28 Şub 2010

Ancelotti-Mancini , Terry-Tevez


Ancelotti'yi bir hafta boyunca önce Mourinho,ardından da Mancini karşısında çaresiz kalırken izledik.Mourinho ile olan mücadelesi,serinin ikinci ayağının oynanacak olması açısından şimdiden bitti denilemez.Ancak bir gerçek var;o da Ancelotti'nin Mancini karşısında gerçekten zor durumlara düştüğüdür.

Öncelikle Ancelotti'nin Chelsea'nin başına geçtiğinden beri Milan'da benimsediği taktikten farklı bir taktik benimsemediğini belirtelim.Tabii bunda Lampard-Ballack-Essien(şu an Mikel) gibi oyuncuların payı büyük.Yani Milan döneminde aynı anda ilk 11'de görebileceğimiz üç orta alan adamı Gattuso-Pirlo-Ambrosini gibi Chelsea'de de Lampard-Ballack-Mikel'i kullanıyor.Joe Cole ise maç öncesi dizilişlerde,kanatta gözükse de saha içinde daha çok Milan'daki Kaka'nın görevini yaptığını görüyoruz.Yani genel hatlarıyla Ancelotti'nin Milan'ı ile Ancelotti'nin Chelsea'si arasında oek bir fark olduğunu söyleyebilmek zor.

Mancini'nin ise bambaşka bir noktada olduğunu söyleyebiliriz.Belki de bu yüzden,biraz daha tanıdığı,bildiği bir isim olan Viera'yı getirdi takıma devre arasında.Muhtemelen bundan sonraki transferlerinde de eski öğrencilerini göreceğiz yanı başında.Manchester'e varır varmaz hedeflerinin ilk 4 olduğunu söylüyordu ancak "yeni tiknik direktör etkisi" dolayısıyla muhteşem geçirdiği ilk 2 aydan sonra,çıtayı yükseltti ve ağzından talihsizlik olarak nitelendirelebilecek "şampiyonluk" sözcüğü çıktı.Yepyeni bir takım,yeni bir hoca,onca cezalı ve sakat varken bu kadar iddialı konuşmamalıydı oysa.Yine de,bu hafta sonu itibariyle,doğru yolda yürüdüğünü belritelim.Tabii hafta içi Stoke karşısında alınan mağlubiyetle FA Cup'dan elendiklerini de unutmamak gerekir.Takımın mevcut sistemiyle,işleyişiyle oynamaması şu an için en büyük avantajı.Bunun göstergesi olarak Bellamy'nin hala aktif bir şekilde kullanıyor olmasını gösterebiliriz.

Sonuç olarak tüm dünyayı sarsan skandaldan sonra formu hızla düşen Terry'nin Tevez karşısında,alışılmış,bilindik sistemler üzerinden ilerleyen,belki de haklı olarak Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek duymayan Ancelotti'nin de Mancini karşısında direnemediği bir hafta sonu oldu.


Chelsea-Manchester City:2-4

24 Şub 2010

Demirören'in Hayali: Profesyonel Beşiktaş Taraftarı


Beşiktaş'ın başkanlık seçimi öncesiydi. Yıldırım Demirören özel bir kanala çıkmış,Ahmet Çakar, Sinan Engin ve Serhat Ulueren karşısında soruları yanıtlıyor ve tekrar seçilirse neler yapacağını anlatıyordu. Fulya projesi olsun, o zamanlar muamma olan Delgado sorununa dair çözümler gibi konular hakkında hoş beş edilirken,konu döndü dolaştı ve stat projesine geldi. Demirören'e göre bu proje Demirören'in değil tüm Beşiktaş camiasının projesiymiş. Ve yine söylediğine göre bu stat projesi kesinlikle ama kesinlikle Demirören'in seçim kampanyasının bir parçası değilmiş. Kulağa hoş geliyor böyle söylenince,ancak aynı Demirören "Beşiktaş camiası sizi niye seçsin?" diye bir soruyla karşılaştığında stat projesinden, hani şu Demirören'in seçim kampanyasının bir parçası olmayan stat projesinden, bahsetmekten geri kalmadı. Neyse sanırım o kadarda büyütülecek bir durum olmasa gerek bu söylem. Ancak program süresince Demirören'in bir söylemi vardı ki tüylerimi diken diken etti. Demirören'e yöneltilen "stat projesi" ne için bu kadar önemli sorusuna, taraftarın da, kalitesi artan statla birlikte kalitesinin artacağına dair bir söylemde bulundu.Demirören'e göre kalitesi artan bir stat kalitesi artan bir taraftar demekmiş. Peki ya kalitesi artan taraftar ne demek oluyor ki? Yine Demirören'e göre kaliteli taraftar küfür etmeyen, sahaya yabancı madde atmayan taraftarmış. Küfredilmesinden ya da sahaya yabancı madde atılmasından yana olduğumdan değil de kalitenin bu kıstaslar etrafında dolaşmasından şikayetçiyim. Ya da taraftara bir kalite ölçüsü biçilmesinden. Çünkü belki çok gözönünde olan ama farkedilmeyen birşey var. Futbolcusuyla, teknik heyeti ile, yönetimi ile, spor dalı olarak, kurumlarıyla yani herşeyiyle profesyonelleşen futbolun içinde, amatör kalan ve bu kadar profesyonellik arasında olmadığı takdirde futbolun tadını tuzunu bırakmayacak olan yegane öğe belkide taraftarlardır. Küçükken takımı kaybettiğinde ağlayan ya da morali bozulan çocuklara "oğlum niye üzülüyorsun sana mı para veriyorlar sanki?" sorusuna verilebilecek mantıklı bir cevap bulamayan ama için için ağlamaya ya da kahrolmaya devam eden kişilerdir taraftarlar. Yeri geldiğinde sevigilisiyle olmaktansa takımını yalnız bırakmamak için statda yerini alan, haftalığını son kuruşuna kadar maç biletine yatırmayı görev bilen, annesiyle-babasıyla maça gitmek için kavga etmeyi hatta evden kaçmayı göze alan, okuldan kaçmayı ise bunlar arasında çerez olarak gören kişilerdir taraftarlar. Yani ne mantığı vardır ne de bir tabanı bu tavırların, hareketlerin. Ancak unutulmaması gerekende bişey varsa oda; seviginin, aşkın mantığa büründürülemeyeceği, mantıklı bir açıklamaya sahip olamayacağıdır. Şimdi bu yüreğiyle hareket eden insanlara kaliteden bahsetmek bencillik değil de nedir?


Demirören'in kalitesi artan stadına kaliteli taraftarı nasıl çekeceğini ya da "kaliteli" ile "kalitesiz"i nasıl ayıracağı ise ayrı bir yürek burkucu olsa gerek. Açıkçası bunu şöyle ya da böyle yapacağım diye bir açıklaması yok başkanın. Ama yapılmışı var. A.Yıldırım'ın seneler boyunca süren kaliteli taraftar projesi mevcut ve bu sene de bu "devrim" son aşamasına gelmiş gibiydi. Ne miydi o? Fiyatlar. 66 TL olan bilet fiyatlarını karşılayabilecek ekonomik güce sahip olan kişiydi sanırım A.Yıldırım'ın kaliteli taraftar kıstasına uyan insan modeli. Şimdi ise bu tehlike sinyalleri Beşiktaş taraftarları için söz konusu. Çünkü Demirören'in konuşmasını dinleyen herhangi bir kişi üstü kapalı olarak bahsedilen bu konuda can alıcı koşulun bilet fiyatları olacağını gayet tabii anlayabilirdi.


Küfreden, sahaya madde atan kişiyi kalitesiz olarak etiketleyen Demirören'in bilmediği bir başka konu ise futbolun tarihinin hatta, terminolojisinin tamamı ile şiddetle dolu olduğudur. Bir toplum bilimci olan Viyana Üniversitesi Profesörlerinden Roland Girtler, 2003 yılında çıkan kitabında futbolun ve özellikle taraftarlığın şiddetle ne kadar da iç içe oluğunu sosyolojik bir araştırma olarak gözönüne koymuştur. Taraftarlığı, eski kabilelere benzeten profesör şaşılacak derecede benzerlik göz önüne koymuştur. Örnek olarak vermek gerekirse yazar kitabında eski Eskimo kabilelerinin "savaşlarında" tezahürata benzeyen "inuk" adı verilen marşlar okuduğunu söyler ve karşı tarafı susturanın kazandığınıda ekler. Bunun gibi birçok örnek veren yazarın araştırması futbol ile savaşın veya şiddetin ne denli yakın olduklarını gösterir. Taraftarlar eski kabilelerde olduğu gibi rüştünü ispat etmek için ellerinden geleni yaparlar ya da taraftarlar futbol takımlarına savaşa giden askerlerini destekleyen halklar gibi desteklerler, can-ı gönülden. Bu kadar endüstrileşen, profesyonelleşen bir anlamda dinin imanın para olduğu bu futbol sektörünün özünde aslında tamamen saf aidiyet hissiyatı ve mantık çerçevesine sığmayan bir sevgi yatmaktadır. Yani demem o ki; Yıldırm Demirören'in veya Aziz Yıldırım'ın sözüm ona kalitelileştirme operasyonları basit fiyat farklılaştırmasından ya da stat projelerinden fazlasını gerektirmektedir. Çünkü atlanılan şey şu ki taraftarlar profesyonelleştirilemez, tamamıyla duygu ile ilgilidir taraftarlık. Ama şu da bir gerçek ki Nazım Hikmet'in dediği gibi "profesyonel boksörden antreman bahanesiyle dayak yemek işime gelmiyor."

Tek Yarılık Fenerbahçe...



Sahaya mümkün olan en iyi kadoyla mı çıktı Daum tartışılır tabii. Ama şu bir gerçek ki sakatlıklar Daum'u kadro konusunda bir hayli sıkıntıya soktu. Maç oynandı, bitti ve Bursaspor 2-3 kazandı. Maçın analizini yapmaya çalışmayacağım. Benim sadece dikkat çekmek istediğim konu şu: Ne kadar kişisel görüşüm olsa da yine kanımca herkes hem fikirdir; Fenerbahçe son üç lig maçında da ilk yarıları göze hoş gelen, şok preslerle önde basan, hızlı pas yapıp bol pozisyona giren bir futbol oynadı. Bu üç maçlık seriye Bursaspor maçı da dahil tabii ki. Peki ne oluyor da Fenerbahçe büyük takım profilinin aksine (kötü oynayıp galip gelen büyük takım klişesi) iyi oynayıp da puan hatta puanlar kaybediyor.

Aslında fazla da irdelemeye gerek yok. Çünkü cevap okadar da uzaklarda değil. İkinci yarının başında transfer yapmayıp ayrıca transfer yapan rakiplerine de kendi geçmişinden bihaber bir şekilde laf atan Aziz Yıldırım cevaplardan en önemlisi olsa gerek. Çünkü Kazım ve Carlos ile yollar ayrılmış, Önder'in morali yerlerde sürünüyor, Semih ile tabir-i caizse papaz olunmuş, taraftarın sevgilisi (!) formunun zirvesinde (!) bir Guiza, Fener'e geldiğinde yeni Tuncay olan ama şimdilerde eski Kemal gibi takılan Ali Bilgin, Antep'ten büyük umutlarla alınan ama şimdilerde “küçük şeyler” kitabında kendine yer bulabilecek olan Bekir, milli takımında sol bek Fener'de sol açık yer yer forvet arkası şimdi ise tekrar sol bek olan Andre Santos, bu ligde Guiza'ya tek rakip olabilecek olan yegane forvet Gökhan Ünal(!),senelerin tecrübeli yedeği Selçuk ve son olarak benzetme yapmakta yetersiz kaldığım defans Bilica... AzizYıldırım'a göre; üç kulvarda da yarışın içinde olan bu takım transfere ihtiyaç duymuyor.

Peki yukarıda bahsettiğim ilk yarıda güzel oynayan Fenerbahçe ile bu kadar olumsuzluğun ne alakası var? Şu alakası var. Bursaspor maçı üzerinden açıklamaya çalışayım. Maç başladı Fenerbahçe bastırmaya başladı, oyunu rakip alana yıktı. Önde basıyor, pas yapıyor, şut çekiyor, kanatlara iniyor, ara pasları veriliyor vs... Yani neredeyse futbol adlı oyunun meyvesi olan gol için her türlü varyasyon deneniyor ki çok geçmeden de Fenerbahçe golü buluyor. Ama Fenerbahçe hız kesmedi ve aynı tempoyu inatla sürdürdü ve sonunda ikinci golüde buldu ilk golden yaklaşık 20 dakika sonra. Rakip bu sezonun flaş ekibi Bursaspor ve 10 gün kadar önce sahasında aynı rakibini darmadağan etmiş sahayı dar etmişlerdi Fenerbahçe'ye. Peki nasıl oldu da Fenerbahçe bu zaman dilimi içinde bunları Bursaspor'a karşı başardı? Cevap; Fenebahçe ortasahası. 10 gün önceki maçta bu ortasaha ile Pazartesi günkü ortasaha tamamı ile farklıydı.

Şu bir gerçek ki M.topuz, Alex, Emre, Baroni, Özer(Vederson, Uğur Boral) şeklindeki bir ortasaha Türkiye sınırları içerisinde kayıtsız şartsız başarı elde ederler.Bursaspor maçında da öyle oldu Topuz'un yerine sağa geçen Özer ve sol açık da başarılı bir performans sergileyen Vederson'lu orta saha kalitelerini gösterip iki goldede ortasaha olarak başrolde yer aldılar. Ancak dakikalar ilerledi ve Özer sakatlanıp çıktı. Yerine Önder girdi. Gökhan Gönül sağ açığa geçti ve n'olduysa o dakikadan sonra oldu. Fenerbahçe'nin en sağlam yeri orta sahası, geri kalan her mevkisinde sorunu bulunmakta, ne var ki en sağlam yeri olan orta sahasında da sorun var çünkü yedek yok. Bu takım üç kulvarda mücadele ediyor. Bu da demektir ki yer yer sakatlıklar, yorgunluklar, form düşüklükleri ve hatta konsantrasyon sorunları yaşanacaktır. Ama Fenerbahçe'nin böyle bir lüksü yokmuş gibi. Kazım'ın yollanması, Topuz'un sakatlığı hatta Ali Bilgin'in sakatlığı Özer'den sonra sağ açığın Gökhan Gönül'e kalması bu zaafiyetin bir göstergesi olsa gerek. Ayrıca Topuz'un Özer'in Ali Bilgin'in Gökhan Gönül'ün yani hiç birinin gerçek mevkisinin sağ açık olmadığınıda söylemem gerekir sanırım. Neyse sağaçığın son şanslısı Gökhan Gönül yerine geçti. Ama ne yazık ki yama tutmadı. Dakikalar ilerliyor ve Fenerbahçe'de dakiklarla birlikte oyundan düşüyor. Çünkü mevkisi olmayan bir yerde oynayan Gökhan Gönül handikapına birde yorulan ortasaha eklenince Fenerbahçe'nin elinde ele avuca gelir hiçbir silah kalmadı. Çünkü kulübede de maça etki edecek ya da ortasaha dinamizmini yerine getirecek olan hiçbir oyuncu yoktu. Defans hattı ise patalamaya hazır bomba gibiydi. İlk yarıda Vederson'un çalışkanlığı ile iyi gözüken Santos, Vederson'un da yorulması ile birlikte ne kadar aciz olduğunu gösterdi Volkan Şen karşısında. Bilica ile Deniz ise açık söylemek gerekirse hiçbirtaraftarına hiçbirzaman güven verecek ikili olamayacaklar. Sağ bekte Önder ise hala ne yapacağını tam karar verememiş bir ruh hali içinde bocalıyordu.

Demem şu ki, Fenerbahçe eğer son üç maçın ilk yarılarında iyi futbol oynuyor da sonradan oyundan düşüyorsa bunun sebebi fazladan efor sarfetmek zorunda kalıp erken oyundan düşen ortasahadır. Çünkü ortasahayı çıkardığımızda Fenerbahçe'nin sıradan bir anadolu takımı kadrosundan farklı oyuncuları yok. Bunun üzerine birde ortasahayı rejenere edecek kulübeye sahip olunmayıp, ağır maç trafiğine girilince ikinci yarıların Fenerbahçe taraftarları için kabus olması kaçınılmaz oluyor.

Son olarak şunu söylemek gerekir sanırım; üç dört sakatlıkta kimyası bozulan takımına transferi gerek duymayan Aziz Yıldırım'ın transfer politikasını gözden geçirmesi şart gibi.

20 Şub 2010

İki Dehanın Mücadelesi: Moyes vs. Ferguson


Henüz geçen hafta Everton'un yükselen formuna şurada değinmiştik.Ancak,United de son 10 maçında yalnız bir kez mağlup olmuştu,bu,karşılaşmayı çok daha heyecanlı kılıyordu.Bunun yanında,Everton'un Premier League tarihinde United'a şansının pek tutmadığını da eklemeliyiz sanıyorum.Bu yüzden,gerek usta-çırak ilişkisi kapsamında Ferguson-Moyes ikilisinin mücadelesi,gerekse de iki formda takımın karşılaşacak olması bakımından özel bir maçtı.

Moyes tam ideal orta sahasına kavuşmuşken,bu kez de Fellaini'yi kaybetmişti.Moyes'in sahip olduğu kadro derinliğini düşündüğümüzde,Fellaini'nin neredeyse alternatifsiz olduğunu söyleyebiliriz.Bu yüzden,orta alanda,bir orta alan oyuncusundan beklenebilecek teknik kapasiteden çok daha fazlasına sahip olan iki oyuncuyu(Osman ve Arteta) kullanmıştı.Bu tercih doğal olarak orta sahadaki fizik gücünü United'in lehine çeviriyordu.Ve fakat,Arteta-Osman ikilisinin topu kullanma becerileri Fletcher-Carrick ikilisinden yüksek olduğu için,toplu oyunda orta saha hakimiyeti,dolayısıyla da oyunun hakimiyeti Everton'un oluyordu.Bu anlamda,Ferguson'un,son maçlarda orta alanın hakimiyetini ele almak için kullandığı klasik üçlüden(Scholes-Carrick-Fletcher) vazgeçmenin bedelini ödedğini söyleyebiliriz.Çünkü bu üçlü Manchester City,Arsenal ve Milan gibi daha teknik orta sahalara sahip takımlara karşı galibiyetleri getiren çok önemli bir etmen olarak göze çarpmışlardı.Ancak,bu maç Ferguson belki de skoru daha rahat bulmak adına Scholes'i kulübeye çekip,Berbatov'u Rooney'in yanına monte ediyordu.

Maçın başlamasıyla birlikte Manchester'in gol yollarında yarattığı hareketliliğin bedelinin arkadan açık vermesi olduğunu Ferguson dahil herkes gözlemledi.Carrick ve Fletcher yine sahada basılmadık yer bırakmıyodu ancak karşılarındaki Arteta-Osman ikilisinin topu kullanabilme kabiliyetinden dolayı,yaptıkları işlerin hiç bir değeri kalmıyordu.Yine de,maçın ilk çeyreğinde Manchester'in klasik,soğukkanlı oyun sisteminin işlemeye başladığını gördük.Orta sahadan çıkartılan toplar Valencia'yla buluşturuluyor ardından,Valencia'nın kestiği toplarda Manchester en iyi yaptığı işi yapıp,tüm isimleriyle ceza sahasına yığılıyordu.Ardından,pek tabii,pozisyon türetebiliyorlardı.Zaten ilk gol de henüz 13. dakikada aynen bu şekilde geldi.Rooney'nin kendi yarı sahasına kadar gelerek aldığı topu sert bir şekilde Valencia'ya aktarışı,ardından Valencia'nın her biri birbirinden naif ama isabetli ortalarından birini daha açması ve Berbatov'un kalenin hemen dibinde topu kaldırarak yaptığı harika vuruşla öne geçiyordu United.Fakat gol iki takımın oyun sistemine de en ufak bir etkide bulunmadı,bulunamadı.Hemen iki dakika sonra,genç stoper Evans'ın sektirdiği topa Bilyaletdinov son derece isabetli ve sert bir şekilde vurup skoru eşitledi.Öyle bir goldü ki,van der Sar topa uçmayı bile düşünemedi...

Eşitliğin ardından United'ın o hemen her maçta gördüğümüz ve takdir ettiğimiz soğukkanlı yapısı,skoru nasıl olursa olsun bulacağına dair inançlarına dayanan kontrollü oyunu bozuldu.Özellikle ilk yarının sonlarına doğru,United orta sahasının gardı tamamen düştü.Bu arada,Everton'un sıklaşan ataklarının da bu dakikalara denk geldiğini gördük.Oyunun seyri 60'lı dakikalara kadar pek değişmedi ancak Ferguson'un 67'de yaptığı Scholes-Berbatov değişikliği her şeyi anlatıyordu:Ferguson eski sistemine dönüp,Rooney'i ileride tek bırakıp,orta sahanın kontrolünü ele geçirmek ve bu sayede Rooney'i beslemek istiyordu.Fakat tüm bu denemelere rağmen United'ın maç boyunca neredeyse hiç set oyunu yapamadığını gördük.

İlerleyen dakikalarda her iki takımında oyundan düştüğünü gördük.Bu sayede,her iki takımda hızlıca atağa çıkabiliyor ancak arkasında da çokça boş alan bırakıyordu.Bu dakikalarda Moyes maçı Everton'a getirecek hamleyi yapmıştı bile:19 yaşındaki Dan Gosling oyundan düşen Bilyaletdinov'un yerine oyuna dahil oluyordu ve o dakikadan itibaren,Everton topu daha çok Gosling'in kullandığı sağ kanata taşıyordu.Burada Gosling hakkında da bir kaç söz etmek gerekir.Önümüzdeki bir kaç yıl içinde Gosling,Premier League'ye damgasını vuracak sayılı oyuncuların başında olacaktır.Sakin oyun karakteri,dayanıklılığı ve isabetli paslarıyla çağdaş bir orta saha oyuncusu görünümü çiziyor.Bunun yanı sıra,sağ bek oynadığını da belirtelim.Gosling'in yüksek oyun zekası çok geçmeden kendini gösteriyordu ve Donovan önderliğinde gelişen atakta Piennar'ın güzelce içeriye gönderdiği topa dokunan Gosling,bitime beş dakika kala takımını öne taşıyordu.O dakikadan itibaren Manchester'in saha içinde hiç bir etkinliği kalmamıştı,zira,hemen ardından bir başka genç oyuncu,Everton alt yapısından yetişen Rodwell,Evans'ı peşine takarak çok şık bir vuruşla skoru 3-1'e getiriyordu.

Moyes'in Ferguson'u mağlup etmesi çok şaşırılacak bir olay değildir.Yine de,Moyes'in bu galibiyeti fizik gücü düşük,defansif anlayışı yoksun bir orta sahayla ve hemen ardından oyuna soktuğu genç oyuncularla aldığını düşünürsek,Moyes'i takdir etmemiz gerekecektir.Daha önce de sürekli değindiğim üzere,Everton gerçekten bu performansıyla Avrupa kupalarına kalmayı hakediyor.Bunun dışında,bu sene Distin ve Donovan'ın takıma katkıları inanılmaz.Donovan kendisinden yıllardır beklenen patlamayı Everton'la gerçekleştirmiş durumda.Donovan'ın kariyerine Everton'da devam etmesi her iki taraf için hayırlı olur.


Everton - Manchester United:3-1

14 Şub 2010

Stephen Warnock


Stephen belki de en çok değişime uğramış ve farklı halleriyle dünyanın pek çok kültüründe yerini almış bir isim...Hatta aynı kültürün içinde bile ismin yazılışı veya okunuşu konusunda ayrılıklar ortaya çıkabiliyor.Stephen ve Stephan gibi...İsmin kökeninin pek tabii Yunanca Stephanos'a dayandığını söyleyebiliriz.Ondan sonra,zamanla Stephan,Stevan,Steven,Steve ve hatta kuzey ülkelerinde Stephenson,Stevenson hallerini almış Aziz Stephanos'un ismi.Ancak şahsi fikrim,Aziz Stephanos'un isminin evrilmiş hallerinden olan Stephen isminin Aziz Stephanos'un kendi isminden dahi daha güzel olduğu yönündedir.Ve Stephen Warnock'u Liverpool alt yapısından yetişmiş,sol ayaklı olması gibi sebeplerin dışında salt isminin kulağa hoş gelmesinden ötürü de sevmişimdir.

Stephen Warnock'un gelişimini daha Premier League'de maçlara çıkmamışken bile takip ediyordum ve fakat hiçbir zaman kendisinden beklenen patlamayı yapamadığını da söylemeliyim.Ta ki,bu sezona kadar.Liverpool'dan sonra Blackburn'de izlediğimiz sol bek son olarak sezon başında O'Neill'in Villa'sına transfer olmuştu ve kendisinden beklenen performansı nihayet,28 yaşında ortaya koymayı başarıyordu.Yalnız,Villa'da iyi bir sezon geçiriyor oluşu dahi ona Milli Takım kapılarını açamıyordu tabii ki.Yalnız bir kez,2008'de İngiliz Milli Takımı'nın formasını giyebilmişti şimdiye kadar.Ancakİngiliz Milli Takımı sol bekinin (Ashley Cole) yüksek ihtimalle bu yaz Güney Afrika'da olamayacağı açıklanınca,İngiliz kamuoyu harıl harıl sol bek arayışında girdi ve nihayet yıllardır gözlerinin dibinde olan Stephen'i görebildiler.Şimdilik bir spekülasyondan ibaret olsa da Stephen Warnock'un bu yaz İngiltere formasıyla Güney Afrika'da şans bulması söz konusu.Ancak yine de muhtemelen yedek sol bek Wayne Bridge'nin arkasında bekliyor olacaktır.Fakat şunu belirtmek gerekir ki,uluslararası tecrübe bir yana,bu sezonki formuyla İngiliz Milli Takımının sol bek mevkiinde bu yaz görev yapmayı en fazla hak eden futbolcu kesinlikle Stephen Warnock'dur.

12 Şub 2010

David Moyes Efsanesi Sürerken... 25. Hafta İtibariyle Everton


Son olarak geçtiğimiz yılın sonlarında 5 Aralık'ta şu yazıda değinmiştik David Moyes ve Everton'un gidişatına.Yazı,Ada'da 14. hafta sonunda düşme hattının 3 puan üzerinde kendisine ancak 16.sırada yer bulan Everton'un bu durumunun geçici olduğu,bu sezon geçen sezonlar kadar başarılı olamasalar da(geçen sezonlar kadar başarılı olamamalarının sebepleri de incelenmiştir),David Moyes'in takımı kesinlikle yukarılara taşıyacağı fikrini taşıyordu.Bugün geldiğimiz noktada ise,Everton ligde 25. maçını da oynamış durumda ve ligde 9. sırada bulunuyor.Şimdi yazının yazıldığı günden beri Everton'da neler değişti kısaca bir bakalım...

Öncelikle sezon başı Everton'da hakim olan kötü gidişin sebebini genellikle kadrodaki eksikliklere bağlamıştık(her kötü gidişte kadro yapısına göz dikmek gerçekçilikten uzak dursa da,bu uygulamanın Everton özelinde yeterince doğru olduğu açıktır.Çünkü sakat oyuncular takımın en önemli oyuncularıydı:Jagilka,Cahill,Arteta,Hibbert gibi).Moyes'in sakatlar ve formsuzlara karşı alabileceği tek önlem ise altyapıdan gelen oyuncuları kadroya monte etmekti.Bunun örneğini sezonun ilk yarısında maçların büyük çoğunluğunda oynama şansı bulan Jack Rodwell ve son yarım saatlerde stratejik hamleler doğrultusunda oyuna alınan Agard ve Anichebe gibi isimlerde görebiliriz.Pek tabii,bu geçici ve yeteri kadar etkin olmayan bir önlemdi.Bunun yanı sıra,Ocak ayı transfer sezonu açıldığında dahi Moyes'i transfer yapamazken bulduk.Çünkü kulüp bu tip imkanlardan yoksundu.Hatta oyuncu almak yerine sene başında bedelsiz olarak aldıkları Lucas Neill'i Galatasaray'a satıp cüzi bir miktar da olsa finansal anlamda rahatlamaya çalıştılar.Jo'nun Everton'dan alınıp Galatasaray'a kiralanması konusunda da Moyes'in Jo'nun gitmesine onay verdiğini biliyoruz.Bunun sebepleri arasında,Jo'nun sakatlıklardan bir türlü kurtulamaması ve Donovan'ın gelişiyle hücum bölgesinde oluşan şişkinliğin önüne geçilmesi fikrinin olduğunu tahmin ediyorum.Neyse,sonuç olarak transfer yapamayan ve hatta elinden oyuncu çıkaran bir Everton söz konusuydu Ocak ayında.Ancak tam bu anda Donovan ve Senderon kiralık olarak kulübe kazandırıldılar.Öncelikle bu noktada,devre arası transferlerinin ve kiralık oyuncu transferinin teknik adamların vizyonunu ve dehasını ölçme konusunda turnusol görevi gördüklerini söylemeliyim.Bugün,ülkemizde devre arası transferi her hangi bir altyapısı olmaksızın,ileriye yönelik bir planlama yapılmaksızın gerçekleşirken,kimi takımlar sadece devre arasını iyi transferlerle kapattılar diye kendilerini çok daha üst sıralara taşıma imkanı bulmuşlardır.Bunun ülkemizdeki en iyi örneği Lucescu'nun Galatasaray'ı ve bence etkilerini önümüzdeki günlerde daha da fazla göreceğimiz Şenol Güneş'in Trabzonspor'u dur.İşte Everton'u da bu kapsamda değerlendirmek gereki diye düşünüyorum.Yani bir anlamda Neill ve Jo'nun elden çıkarılması dahi iyi sonuçlar getirmiş,öte yandan takıma kiralık katılan Donovan'ın hücuma getirdiği hareketlilik ve henüz çok fazla oynama şansı bulamasa da her Premier Leauge ekibinin kadrosunda görmeyi istediğini düşündüğüm Senderos'un kiralanması takımı olumlu yönde etkilemiştir.Tabii bu iki transferin etkisini daha görünür kılan şeyler ise,Cahill'in sakatlığını atlatıp eski formuna tekrar ulaşabilmesi,Saha'nın daha önce de değindiğimiz olağan üstü performansı,Rus yıldız Bilyaletdinov'un nihayet form tutmuş olması,Distin'in Saha'nın hücumda yarattığı etkiyi savunmada yaratması ve Arteta'nın kadroya yavaş yavaş da olsa dahil olmasının yaratmış olduğu motivasyon etmenleridir.

Everton'u yukarı-aşağı taşıyan en önemli etmenin kadro yapsında oluşabilecek farklılıklar olabileceğini vurgulamış olduk.Bunun yanında,Moyes'e verdiğimiz naçizane güven oyunun ardından,yani 14.haftanın ardından Moyes'in ligde neler yaptığına bakmak Everton'un yaşadığı değişimi anlamamıza yardımcı olacaktır.5 Aralık tarihinden bu yani,yani 14. haftadan sonra Everton sadece 2 mağlubiyet almış durumda.Bunların ilki 25 Aralık'ta Hull'a karşı 3-2 kaybettikleri gol düellosuna dönüşen maçta gerçekleşmiş iken ikincisi,henüz geçtiğimiz haftada Everton'un adeti olmadığı halde Liverpool'a 1-0 yenildiği karşılaşma olmuştu.Evet 12 maçlık periyotta bu iki karşılaşma dışında yenilgi yüzü görmedi Everton ve bu periyotta Chelsea ve Manchester City'i yenmeyi başarırken,Arsenal ile de berabere kalmayı bildi.

Bu denli iyi geçirilen bir periyottan sonra David Moyes'in takımını bir aşama daha yukarı çekmek için bu haftadan itibaren oynayacağı çok önemli 4 lig maçı var.Sırasıyla Manchester United,Tottenham,Hull City ve Birmingham ile oynayacaklar ve bu dörtlüden üçü Everton'un üstünde sıralandığı için bu maçların önemi Moyes için bir ayı olacak.Bunun yanı sıra alt sıra ekiplerinin üsttekilerden puan almaya başladıkları haftalara girdiğimizden ötürü Hull City maçı da ayrı bir önem taşıyacaktır.Ve eğer Moyes bu 4 haftayı iyi sonuçlarla bitirebilirse,ardından fikstür nispeten stabil bir hale girecektir ve Everton'un ilk 6 yolunda önemli kazanımlar elde etmiş olacaktır.Nereden nereye?38 haftalık bir ligin neredeyse ilk yarısını düşme hattının biraz üstünde bitiren bir takımın,ligin son haftalarına girerken ilk 6 hesapları yaptığına şahit oluyoruz.Sanıyorum böylesine bir başarının öznesi olma durumu yalnız Moyes ve bir kaç teknik dehaya mahsustur.