29 Haz 2010

Kapandı!

Dükkan kapandı... İlgilenen, okuyan herkese teşekkürler...

16 Haz 2010

Dünya Kupası Notları #6 : Isla-Sanchez, Hittzfeld ve Forlan


Dünya kupasının 6. gününe geldiğimizde, seyir zevkinin yavaş yavaş da olsa belli standartların üstüne çıktığını görüyoruz. Honduras-Şili karşılaşması bu açıdan önemli idi. Maç Şili'nin 0-1 üstünlüğüyle sona erdi ancak maçın temposunu düşündüğümüzde yalnızca 1 golün vuku bulması izleyenleri pek de rahatsız etmedi sanıyorum.

Şili hakkında herkesin ezber ettiği ilk ve en önemli bilgi Güney Amerika eleme gruplarından Brezilya'nın ardından ikinci çıkmış olduğu gerçeğiydi. Benimse, Şili ile ilgili hatırladığım ilk sahne Fransa 98'e dayanıyor. Grup maçlarında kimseye yenilmeyerek dikkat çeken bu "uzun ince" ülke, topladığı 3 puanla B Grubu'nu İtalya'nın ardından ikinci olarak bitirmiş, ikinci tur mücadelelerinde Brezilya'nın rakibi olmuştu. O zaman, daha ikinci turda Brezilya ile eşleşmeleri talihsizlik olarak nitelendirilmişti. Yine aynı tablo gerçekleşebilir. Dilerim Şili aynı talihsizliği bir kez daha yaşamaz ve çeyrek finale ulaşabilir. Bunu hakediyorlar zira... Alexis Sanchez- Mauricio Isla ikilisi, Lahm-Müller ikilisiyle birlikte turnuvada izlediğim en iyi arkalı-önlü hücum organizasyonlarını oluşturdular. Şili'nin çok teknik ismi var fakat İspanya'nın başına gelen onların da başına gelebilir, İsviçre savunmasını açmakta zorlanacakları açık. Öte yandan, Honduras'ın ciddi tecrübe eksikliği göze çarpıyor. Böylesi büyük turnuvalara pek sık katılamıyor oluşları, hücumlarının cılız kalmasına, son vuruşlarda beceriksizliklere yol açıyor. Buna karşın mücadeleci bir takım. Oynayacakları hiç bir maçta rakiplerine ezilmezler.

İspanya-İsviçre karşılaşmasında beklediğim sürpriz gerçekleşti. İsviçre'nin bu turnuvada bir umudu varsa tamamını Hittzfeld'e borçludur. Bir teknik direktör takımının başarısında ne kadar etkilidir sorusunun cevabını en iyi Hittzfeld'e bakarak cevaplayabiliriz. Eğer Hittzfeld gibi bir teknik adamınız varsa, rakibiniz ne kadar iyi paslaşırsa paslaşsın istediği pozisyonları yaratamayabilir ve siz gol bulmak için rakibinizin savunmada bıraktığı boşluklardan faydalanabilirsiniz. Sanıyorum iki ya da üç pozisyon buldu İsviçre. Biri gol oldu. İspanya, turnuvanın ilk günü Meksika'nın yakalandığı tuzakla karşı karşıya kaldı. Topa hakim olmak bir süre sonra beyhude top çevirişlere, açık arama oyununa dönüştü. Dediğim gibi, Hittzfeld İsviçre'ye ikinci tur umudu getirdi. Bakalım Şili karşısında ne yapacaklar?

Günün son maçında sürpriz olmadı. Uruguay'ın G.Afrika'yı zorlanmadan yenebileceği belliydi fakat ev sahibinin turnuvanın açılış maçında Meksika karşısında gösterdiği direnç ve disiplin çoğumuzu şaşırtmıştı. İlk maçın yıldızlarından Tshabalala bu akşam ortada yoktu. Zaten Pienaar turnuvanın başından beri "yok". Bir tek poisyon dahi üretemedi G.Afrika. Bu anlamda, şimdiye kadar oynanan maçlar arasında bir tek pozisyon dahi yakalayamayan bir takım yoktur sanıyorum. O kadar kötüydüler. İlk maçın ardından Khune hakkında çok iddialı sözler sarfetmiştim. Kırmızı kart gördü. Yüksek ihtimalle turnuvayı kapattı. Onun gibi bir kaleciyi daha fazla izleme imkanına sahip olmak isterdim. Uruguay'da ilk maç hayal kırıklığı yaratan hücum ayakları Forlan ve Suarez bu akşam yanlarına Palermolu Cavani'yi de almışlardı. İlk dakikadan itibaren ölçülü de olsa pozisyon üretmeye, rakip kaleyi yoklamaya başladılar. Nhayetinde, Forlan rakibin sırtına çarpmış olsa da çok şık bir gole imza attı. İkinci yarı, maçın en hareketli ismi Suarez, Khune tarafından düşürüldü. Forlan riskli olsa da penaltının nasıl atılacağını gösterdi adeta. Öylesi bir vuruşun kaleciler tarafından kurtarılmasının imkanı yoktur. Maçın son dakikasında, düdük yerine, Suarez'in zarif ortasında Pereira'nın golü geldi. Forlan'ın kaydettiği iki gol ona gol krallığı yarışında çok büyük bir avantaj sağlayacaktır. En büyük rakipleri ise Podolski ve Klose olacaktır diye düşünüyorum.

13 Haz 2010

Dünya Kupası Notları #3 : Futbol Almanlarla Güzel


Cezayir-Slovenya maçı o kadar can sıkıcıydı ki iki takıma da ayrı bir bölüm açacak kadar takip edemedim bile. Oyuncular kendilerini ne kadar zorlarsa zorlasın, paslar istenen yere gitmiyor, basit hatalar yapılıyordu. Yani, beceriksizliğin hüküm sürdüğü bir maç idi. Galibiyeti getiren golün de Cezayir'in kalecisi Chaouchi'nin beceriksizliğinin ardından gelmesi manidar oldu. Cezayir'in bundan sonra işi zor. İngilizler karşılarına öfkeyle çıkacaklardır. A.B.D ise umutla...Dilerim Cezayir kupaya puansız ve golsüz veda etmez. Belhadj dışında hiçbir futbolcuyu beğenemedim. Wolfsburg'lu Ziani ve oyuna sonradan girip, 15 dakika içerisinde iki sarı kartla oyundan atılan Ghezzal ise açık ara sahanın en kötüleriydi. Slovenya'da şimdilik havalar güneşli. Çok büyük bir avantaj elde ettiler. Ancak, yapılabileceklerin en iyisini onlar değil, İngiltere'den puan almayı başaran A.B.D gerçekleştirdi. Kimi araştırma şirketleri Slovenya'yı yarı finale kadar göndermişti kupa öncesinde. Böyle bir futbolla gol atmaları dahi mucizeydi, mucize gerçekleşti. Bundesliga'nın önemli isimleri Novakovic ve Dedic hareket etmekte zorlandılar ki takımlarının en önemli kozlarını oluşturuyorlar. Slovenya'nın vasata ulaşabilen bölgeleri Koren-Birsa orta alanı ve Suler-Cesar tandemiydi. Maçı Slovenya lehine çevirebilecek tüm aksiyonlar Birsa-Koren ikilisi tarafından gerçekleştirildi. Ne var ki, içlerinden en kötü top gol oldu. Öyle ki Koren'İn vuruşunda top falso dahi almamıştı.

Sırbistan-Gana... Büyük bir sürpriz gerçekleşti. Sırbistan 4-5-1'den bozma 4-4-2 oynuyordu. Savunma hattında hemen hiç sorun yoktu aslında. Kolarov-Vidic-Lukovic-Ivanovic dörtlüsünün hepsi iyiydi. Özellikle kırmızı kart görmesine rağmen Lukovic'i çok beğendim. Orta sahada ise aynı uyum yoktu. Öncelikli sorun ise Krasic'in silikliği ve Milijas-Stankovic ikilisinin ağırlığıydı. Gana orta alanına göre çok daha zayıf kaldılar. İki beyin yanyana oynuyordu sanki. Duran toplar, defans arkasına şişirilen toplar, düşük tempoda top çevirişler tamam ancak iş mücadele etmeye geldi mi Milijas-Stankovic ikilisinin ne yaşı ne de gücü Gana orta sahasıyla mücadele etmeye yeter. Sırbistan'ın en iyisi Jovanovic idi. Tekniğinin iyi olduğunu biliyorduk da bu kadar üst düzey mücadele verebileceğini hiç beklemiyordum. Sırbistan'ın her pozisyonunda o vardı adeta. Zigic'i çok başarılı buldum. Capello'nun Heskey'e yüklediği görevin bir benzerini Antic de Zigic'e yüklemişti. Pantelic'in önünde konumlanacak, topla birlikte orta alana kadar gerileyecek ve rakip savunmada gedikler yaratacaktı. Çabaladı ama Pantelic ile iyi bir iletişim kuramadı. Kısacası, Sırbistan umut vermiyor. İkinci maçları da Almanya'yla. 2006'da da onlardan çok şey bekleyenler vardı fakat "0" puanla dönmüşlerdi. Almanya maçında mucize yaratamazlarsa 2006 kabusu yeniden gerçekleşebilir.

Gana'nın Ömer Üründül ırkçılığına bulaşmadan, şimdiye kadar turnuvadaki en iyi Afrika takımı olduğunu söyleyelim. Mücadele güçleri en iyi takımlarla dahi baş etmeye yetecek seviyede. Ayrıca, Ayew ve Tagoe çok etkili kanat oyuncuları. Top taşıyabiliyorlar, takımı ileri taşıyabiliyorlar. Haliyle Asamoah Gyan da vasat üstü bir forvet. Önümüzdeki maç Avustralya ile karşılaşacaklar ve Kangurular'ın en büyük gol ümidi Cahill sahada olmayacak. Ne diyelim, talih belki de hiç bir zaman bu kadar yanlarından olmamıştı. 2006'daki ikinci tur sürprizini gerçekleştirebilirler.

Söz Avustralya'ya gelmişken; sadece Türkiye'deki değil tüm dünyadaki hayranlarını hayal kırıklığına uğrattıklarını belirtmek gerekir. Dilerim ikinci maça toparlanmış bir şekilde çıkarlar. Yine de, Cahill'siz işleri çok zor. Kewell dönerse, yeniden umutlanabilirler.

Futbolun Almanlarla daha bir güzel olduğu kesin. Şimdiye kadar izlediğimiz en iyi takımdı. Kesin. Daha önce hiç bir takımda izleyemediğimiz çeşitlilikte ataklar izledik. Futbolseverlerin bu akşamki en önemli görevleri Almanlar'a şükretmek olmalıdır. Zira hepimizi bir kısırlığın içinden çekip almış olabilirler. 4-2-3-1 oynadılar. Savunma hatasız idi. Schweinsteiger için ayrı bir cümle yazmak lazım. Yüksek top tekniği ve soğukkanlı yapısı onu şu an için Almanlar'ın en kritik futbolcusu yapıyor. Khedira ile de iyi anlaştıklarını gördük. Müller-Mesut-Podolski üçlüsü doğrudan sonuca gitmek istiyorsanız çok doğru bir seçim. Zira Podolski'nin her şutu gol tehlikesi yaratabiliyor. Klose de çok değerli bir golcü. İkinci maçlarını da kazanırlarsa, çok rahatlayacaklar. Gol kralı Panzerler'den çıkabilir. Almanya'yı biraz fazla övmüş olabilirim fakat futbolsuz geçen 3 günün ardından böyle bir tabloyla karşılaşınca soğukkanlılığımı kaybetmiş sayılırım. Tahminimi yineleyerek bitireyim yazıyı: Almanya final, hiç değilse yarı final oynayacaktır G.Afrika'da...

Dünya Kupası Notları #2 : Yunan Usulü 4-3-3, Çalışılmış Bir Maradona Golü ve Robert Green





Günün ilk maçından başlayalım; Yunanistan ve Rehhagel'in futbolun değişen yapısından haberdar olmadıklarını düşünüyorum. Tamam, sıkıca kapanarak ve hemen her duran topu gole dönüştürmeyi bilerek 2004'te efsanevi bir şampiyonluk kazandılar ancak günümüz futbolunda savunma anlayışı değişti, artık Vyntra-Papadopoulos tandemiyle değil turu geçmek, maç dahi kazanamazsınız. Biz dahi öğrendik, top karşı takımda olduğu vakit takımın nasıl konumlanacağını, nasıl alan daraltılacağını, takım savunmasının nasıl örgütleneceğini... Siz hala Vyntra'nın fiziki üstünlüğüyle rakip santraforu korkutmayı deneyin. Söz Vyntra'ya gelmişken; Panathinaikos'lu stoper sahanın açık ara en kötüsüydü. Samaras, ondan sol açık yaratmaya çalışan hocası kadar suçlu olamaz fakat yine de sahanın en kötülerindendi. Karagounis kötüydü, yerine giren Katsouranis daha da kötüydü. İsim isim gidersek Yunanistan'ı bitiremeyiz. Sadece, acilen 4-3-3'ü terk etmeleri gerektiğini söyleyelim. Orta sahada topa biraz daha fazla olmadan gol dahi atamazlar. Bunun için tek alternatifleri Siena'lı Tziolis'e daha fazla güvenmek ve belki de Ninnis'in çabukluğundan orta alanda faydalanmak olabilir. Zira öbür türlü, yarı alanı geçtikten hemen sonra, topu ceza alanına şişirmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey olmuyor.

G.Kore, tertip ve disiplin açısından şimdiye kadar izlediğimiz en iyi takımdı. Hemen her oyuncusu çabuk, çok iyi alan kapatıyorlar ve Yunanistan gibi bir takıma neredeyse hiç hava topu bırakmadılar. Üstelik ilk golleri bir duran toptan geldi. Rakibini en güvendiği silahıyla yıkmak çok eşsiz bir duygu olsa gerek. Kore'nin Yunanistan sınavını geçtikten sonra Nijerya önünde zorlanacağını söylemek de gerçekçi olmayacaktır. Zira her iki ceza sahasında da Yunanistan'a üstün gelebildilerse, Nijerya'nın görece fiziki üstünlüğü de onlar için çok bir şey ifade etmeyecektir. Önleri açık, Park Ji-Sung ve Park Chu-Yong formda. Freiburg'lu Cha Du Ri turnuvaya çok iyi başladı.

Kaybedenden devam edelim; Nijerya hakkında ne kadar iyi şeyler söylenebilir ki? Organizasyon fakiri, top tekniği düşük, sürate ve fiziki üstünlüğe dayalı bir takım görünümünde "Kartallar". Kesinlikle hevesliler ancak mental anlamda turnuvanın en yoksul ekiplerinden biri olduklarına şüphe yok. Acele vuruşlar, "timing" hataları, hatalı paslar ve pas tercihleri, basit pozisyon hataları, hepsini gördük. İyi bir şey yok mu? Var tabii, Martins, Yakubu ve Obasi oyuna katkıları ne olursa olsun, hırslılar. Bu turnuvayı önemsedikleri belli. Çok ciddi bir seyirci avantajları var. Topla arası iyi olan tek isim Odemwingie daha fazla yer almalı.

Maradonayı eleştirebilirsiniz. Oyuncu tercihlerini ve oyun şablonunu da eleştireblirsiniz. Ancak bugün gördük ki; teknik yönden bizlerin eleştiremeyeceği kadar bilgi sahibi. Golü kesinlikle çalışılmış. Söz konusu kornerden önce, saha içindeki ve yedek kulübesindeki tüm Arjantinli'ler o topun gol olacağını biliyorlardı sanki. Hedef adam da Heinze idi. Kimi ceza alanını karıştırdı, kimi rakibe hareket imkanı tanımadı ve Heinze zor bir kafa vuruşu yaparak ülkesini öne geçirdi. Bunun dışında, Di Maria ve Veron halen aksıyor. Gutierrez -bence- esas olarak bek değil. Messi turnuvaya iyi başladı. Maradona, 86'daki misyonunu doğrudan Messi'ye yüklemiş durumda. Turnuva boyunca onu kanada hapsolmuş olarak izlemeyeceğimiz kesin. Daha çok gezecektir. Ancak burada ki mesele Higuain ve Tevez'in ilk maç itibariyle gösterdikleri kötü performans. Gerçi Arjantin için bu hiç sorun değil. Agüero ve Milito her daim hazır olarak bekliyorlar. Sözün özü, Arjantin kötüydü; savunmada organize olamadılar, çok pas hatası yaptılar, çok gol kaçırdılar, fakat ibre hala onlardan yana.

İngilizler beraberliği Green'in hatasına bağlasalar da durumun iç açıcı olmadığı ortada. Aslında gayet iyi başlamışlardı ve Heskey'in muhteşem asistinde kaptan Gerrard şık dokunuşuyla henüz 4. dakikada durumu ülkesi lehine çevirmişti. Bu noktada, Heskey'in kapalı savunmalarda çok işe yarayacağından söz edebiliriz. Heskey, Capello için stratejik bir öneme sahip ve adeta planlarının başrolünde yer alır vaziyette. Nitekim, Gerrard'ın golü Capello'nun planladığı golün somut haliydi. Turnuva boyunca Gerrard'dan buna benzer goller, Heskey'den de buna benzer asistler bekleyebiliriz. Bu arada bir tahmin: Heskey turnuvanın asist kralı olabilir! Savunmaya dönersek; Ferdinand kaybının yara açacağı belliydi de herhalde kimse King'den bu kadar sönük bir performans beklemiyordu. Capello da King ve türevleri konumundaki Upson ve Dawson'a olan inancını kaybetmiş olacak ki yedek sağ bek olarak değerlendireceğini düşündüğümüz Carragher'i ikinci yarıda sahaya stoper olarak sürdü. Aslında İngiltere'nin temel problemi yapısal değil, hatta bizzat Barry'nin yokluğuyla ilgili. Yerine düşünülen Milner de sakatlandı. Elde bir tek Carrick kaldı. Carrick bu sezonki performansıyla bu yükü taşıyamaz.

A.B.D'nin belki de tek sempatik tarafı futbol takımı. Dempsey, Donovan ve Bradley gibi isimler oldukça yetenekliler. Özellikle Dempsey çok ayrı bir futbolcu. Kimi futbolcular özellikleri sıradan olsa dahi gol atma konusunda diğer meslektaşlarından daha başarılı ve şanslılardır. Bu türün en iyi örneklerini de Solskjaer, Inzaghi ve Forlan oluştururlar. İşte Dempsey de onlardan biri. An itibariyle, A.B.D'nin gruptan çıkma ihitmali İngiltere'ninkinden bile fazladır kanaatimce. Kaleci Howard'ın takım arkadaşlarına verdiği güvenin onda birini Green kendi takım arkadaşlarına verebilseydi maç daha farklı noktalanabilirdi. Gecenin sonunda orta ya çıkan tablo ise şu şekilde oldu: A.B.D her alanda olduğu gibi futbolda da "yolunu bulmakta"...

11 Haz 2010

Dünya Kupası Notları #1 : C.Blanco, Tshabalala ve Khune


Açılış müsabakasında G.Afrika ile Meksika karşı karşıya geldi. Karşılaşma Meksika'nın mutlak hakimiyetiyle başladı. G.Afrika'nın ise "ender gelişen" etkili ataklarıyla rakibine karşı koymaya çalıştı. Aguirre geldiğinden beri Meksika'nın oyun şablonunda ve temposunda gözle görülür bir değişim yaşanmıştı. Bu değişimi bu akşam da gözlemledik. Topa sürekli hakim olmayı ve oyunun kontrolünü elinde tutmayı seven bir takım yaratmış Aguirre. Bu sistemde en zorlanacağı ekip sahaya 4-5-1 şeklinde yayılan ve katı bir savunma anlayışına sahip G.Afrika olacaktı. Üstelik, kadrosunda Gaxa, Tshabalala, Masilela gibi kontra atak futboluna yatkın, süratli isimler bulunuyordu kadrolarında. Meksika ise sağ kanadı Aguillar ile oldukça etkili kullanıyordu. Ancak aynı şeyi sol kanattaki Vela için söyleyebilmek güç. Orta alanı ise Torrado-Juarez-dos Santos üçlüsüyle parsellemeyi planlamıştı Aguirre. Bu üçlü hem çok etkili biçimde pas yapabiliyor hem de Juarez ve Torrado'nun fiziki avantajları sayesinde top rakipteyken alan kapatıp, top kapma mücadelesine girebiliyordu. Ne var ki, özellikle ikinci yarıdan sonra, topun, başka hiçbir çaresi olmadığı için, adeta "mecburiyetten" Meksikalı'ların ayağında kaldığını gözlemledik. Nitekim bu dakikalarda, savunmanın arkasına sarkan Tshabalala, dar bir açıdan, enfes bir şut çıkarıyor ve 2010 Dünya Kupası'nın ilk golünü kaydediyordu.

Aguirre maça başladığı G.Franco-C.Vela ikilisinin yerine J.Hernandez-C.Blanco ikilisini sokmuştu. Bu dakikalarda oyuna giren Guardado'nun da dikine gitme çabalarıyla Meksika hücumlarına çeşitlilik kazandırdığını söyleyebiliriz. Ancak, Meksika adına asıl farklılığı 37'lik C.Blanco yaratıyordu. Halısaha maçlarındaki "göbekli amcaları" andıran Blanco tıpkı o göbekli amcalar gibi haddini bilerek aynı zamanda da tekniğini konuşturarak oynuyordu. O dakikadan sonra Meksika'nın beyhude top çevirişileri, Blanco'nun doğrudan ceza sahasına şişirdiği toplarla somut pozisyonlara dönüşüyordu. Bu pozisyonlardan birinde, Blanco, Guardado'ya kontrol edilmesi zor bir pas veriyordu, pası kontrol etmeyi başaran Guardado topu arka direkteki Marquez'e ortalayınca "El Tri" beraberliği yakalıyordu.

Açılış maçı, benim açımdan doyrurucuydu. Ancak maçı doyurucu kılan detaylardan en önemlisini halısaha topçusu tavırlarıyla Blanco, süratli ve akıllı futboluya Tshabalala ve topu oyuna hızlı ve etkili bir şekilde sokma yetisine sahip G.Afrikalı kaleci Itumeleng Khune oluşturuyorlardı. Açıkçası, Khune'yi ilk kez izledim. Ülkesinin en önemli takımlarından Kaiser Chiefs'te forma giyiyormuş. Çok atletik bir yapıya sahip ve topu oyuna çok iyi sokuyor. Bu turnuva boynca böyle oynamaya devam ederse, yaz sonu onu Avrupa'nın önemli kulüplerinden birinde görebiliriz diye düşünüyorum.

Urugay-Fransa maçının son yarım saatini izleyebildim. Dolayısıyla uzun uzadıya yorum yapmam doğru olmayacaktır. Fakat, Fransa'nın arka bölgesinin çok sağlam olduğunu söylemeliyim. Özellikle Toulalan-Diaby-Gourcuff üçlüsü turnuvanın en dominant üçlüsü olabilirler. Ne var ki, hücum hattındaki kara büyü sürmekte. Fransa için, bu hücum oyuncularıyla bu turnuva bitmez! Unutmadan, Govou'nun yerine derhal Malouda monte edilmelidir. Uruguay'ın futboluna oldum olası ısınamadım. Bunda, Forlan'ın, Suarez'in tarzını beğenmemem de etkilidir muhakkak. Sonuç olarak, 2010 Dünya Kupası'nın ilk gecesinden bizlere, biri Meksika, biri G.Afrika tarafından atılmış iki gol, Tshabalala, Khune ve C.Blanco'nun futbolu sevdiren çabaları kalıyordu.

10 Haz 2010

Stoch ve dos Santos




Öncelikle Fenerbahçe'yi bu "sansasyonel" transferinden ötürü kutlamalıyız diye düşünüyorum. Piyasa kurallarının hakim olduğu günümüz futbolunda bu tip hamleleri en iyi yapan kulüp Fenerbahçe. Tekrar etmekte fayda var; Fenerbahçe, Türkiye'nin piyasa mekanizmasıyla barışık, onun kurallarını izleyerek yönetilen ilk ve tek kulübüdür. Hal böyle olunca, sevmeyeni, nefret edeni de bol olacaktır tabii. Başkasının 3 haftadır takip ettiğini bir gecede alabiliyorsanız, en büyük stad, en kaliteli tesisler, sporun diğer tüm branşlarında pahalı transferler ve başarılar sizdeyse, üstüne üstlük tam da piyasada var olmanın koşulu olan "bir gün herkes Fenerbahçeli olacak" ve "Fenerbahçe Cumhuriyeti" gibi örtülü, gizli faşizm içeren sloganlarınız mevcutsa, liginde mücadele ettiğiniz ülkenin istisnasız tüm takımlarının sizden nefret etmemesi için hiçbir sebep yoktur.

Gelelim Stoch transferine...89'lu Slovak'ı Scolari'li Chealsea'nin son dakikalarından ve Twente'nin Avrupa maçları başta olmak üzere, bir kaç özet görüntüsünden tanıyorum. Dolayısıyla kesin bir yargıda bulunmam doğru olmaz. Fakat, Slovakya Dünya Kupası'nın bana göre sürprizlerinden biri, dolayısıyla Stoch'u önümüzdeki periyotta sıklıkla izleyeceğizimizi düşünüyorum. Ancak şu bir gerçek ki Stoch Türkiye standartlarına göre son derece hızlı ve teknik bir oyuncu görüntüsü çizmektedir. Bu yanıyla Fenerbahçe'nin sol kanatta yaşadığı problemler de düşünüldüğünde, "nokta" transfer olarak yorumlayabiliriz Stoch'un imzasını. Hemen burada, Galatasaray açısından ise bir başka gerçek ortaya çıkmakta: Stoch'un ne yazık ki dos Santos'tan çok daha fazla özellikleri olan bir oyuncu olduğunu söyleyebilmek zor. Hatta, hız, teknik ve adam eksiltebilme özelliklerinin benzerlikleriyle dikkat çektiklerini söyleyebilmek daha mantıklı görünüyor. Dolayısıyla, Galatasaray 3 haftadır Stoch'un peşinden koşacağına dos Santos'a imza attırmış olsaydı, Kewell ve olası Arda-Keita ayrılıklarının ardından kanat oyuncusu ararken çok daha rahatlamış olurdu.

Marko Marin, Mesut Özil, Javier Hernandez ve Stoch gibi genç yeteneklerin bu Dünya Kupası'nda yıldızlaşacaklarına inanıyorum. Bunun ilk işaretini Maradona ve Löw başta olmak üzere neredeyse tüm teknik adamların kadrolarında, çekinmeden bir çok genç yıldıza yer vermelerinden almıştım. Üstelik, Nani, Drogba, Robben ve Ballack gibi yıldızlar yokken veya tam olarak hazır değilken, yıldız vitrinine yukarıdaki gençlerden bir veya bir kaçının çıkacağını tahmin edebilmek de güç olmasa gerek. Gelelim Stoch- Dos Santos benzerliğinin -bence- son halkasına: Yaygın inancın aksine, dos Santos'un üst düzey bir oyuncu olduğunu ve Türkiye'de ikinci bir şansı hakettiğini düşünüyorum. Bana kalırsa, dos Santos da tıpkı yukarıdaki isimler gibi turnuvanın yıldız adaylarındandır. İddialı konuşuyor olabilirim, hemen yarın G.Afrika ile Meksika karşılaşacak, izleyip görelim.

Sözün özü, Fenerbahçe rakiplerini kendine biraz daha düşman edecek bir "başarılı hamle" daha gerçekleştirmiştir. Bundan Galatasaray'a çıkan pay ise, biraz daha uyanık olmak ve çözümü -bundan öncekilerde olduğu gibi- dışarda değil, içerde aramaktır. Dileyelim, dos Santos da ülkemizde kalsın, bir çok kez "Stoch - dos Santos benzerlikleri" başlıklı yazılar yazalım, başarıları üzerine konuşalım.

9 Haz 2010

Dünya Kupası Yanılsamaları : Stephen Warnock


Yanılsama, aslında gündelik hayatta da sıkça karşı karşıya geldiğimiz bir olgu, his. Genel olarak, zihnimizin, olmayan bir şeyi olmuş ya da varolan bir şeyi daha farklı bir şekilde kabul etmesi olarak tanımlayabiliriz bu güdüyü. Güdü kelimesini kullanıyorum, çünkü yanılsamalar, bizler kendimize itiraf edemesek dahi çoğunlukla kasten ya da söylediğim gibi güdüsel bir şekilde karşımıza çıkarlar. Daha fazla uzatmayayım, ömrüm boyunca yanılsamalarla yaşadım. Hatta bu uğurda, kimi zaman algımı bilerek körleştirdim. Önümde somut olarak duran bir gerçekliği, sağından solundan eğip-bükmek suretiyle, ondan kendime bir pay halinde, düş, tatmin ya da belirsiz bir takım hoşluklar yarattım. Sonuç olarak, belki de başlı başına ismiyle sınırlı olgulara dahi içinde barındırdığından daha fazla anlamlar yükleyerek, ortaya (iç içe geçmiş aynalar gibi), karmaşık, belirsiz ve göz alıcı bir takım güzellikler çıkartmaya çalıştım.

Dünya Kupası da bu sanrıyı en şiddetli yaşadığım olgulardan biri. Eğer o yaz Dünya Kupası varsa; hava daha bir sıcaktır söz gelimi. Maç saati gelmek bilmez. Tüm orta halli, siyah saçlı, sözüm ona "yürüten elbiselerin" iğreti durduğu adamlar Şenol Güneş'e benzetilir. Ya da daha fazla uzatmayayım, Bulgaristan'ın ( Amerika 94'ün hayaliyle) sol beki ısrarla sizin mahallede top oynadığınız arkadaşınıza benziyordur. Bu yüzden, Dünya Kupası her haliyle, biraz çocukluğa dönmektir. Yani esas olarak, hayaller kurmak, aslında olmayan bir şeye safça inanmak demektir.

Hatırladığım Dünya Kupası yanılsamalarımı turnuva boyunca fırsat buldukça buraya yazacağım. Ancak başlangıç için en güncel yanılsamalarımdan birini seçmiş bulunmaktayım: Stephen Warnock. Buraya daha önce sık sık not ettim; Warnock geçtiğimiz sezon G.Afrika'da olmayı en çok hakeden isimlerin başında idi. Nihayet bunu başardı ve Capello'nun 23 kişilik şampiyona kadrosunda kendine yer buldu.

Çoktandır varlığından haberdardım fakat, sanırım ilk kez 2004'te izlemiştim onu. O kadar ürkek ve zayıf görünüyordu ki bırakın bulunduğu mevkiiyi kaplamasını, stadın tepesinden onu seçebilmek bile büyük başarıydı. Sol ayağı yıllarca terbiye edilmiş gibiydi. Yalın fakat doğrudan, etkili bir şekilde görüyordu işini. Bir maç yetmişti Warnock'a ısınmama. Artık ne zaman Liverpool maçı izlesem, gözüm ister istemez o zaman esas sol bek görevinde olan J. Arne Riise ya da Djimi Traore'nin hatalarına takılıyordu. Böylesi günlerden birinde, bana, gün gelecek o sıska çocuk İngiltere'nin Dünya Kupası kadrosunda yer alacak deseniz, kesinlikle böyle bir şey olamayacağını söylerdim. Ama defterlerin, kitapların arasına sıkışmış müsvedde kağıtlarında Liverpool Şampiyonlar Ligi'ni ve benzeri daha bir çok kupayı kazanırken, kalemim sol beke hep aynı ismi yazmıştır: Stephen Warnock. Başlı başına bir yanılsama, algı hatası. Warnock hiçbir zaman dünyanın sayılı beklerinden biri olamayacaktır, üst düzey bir tek özelliği yoktur, ne var ki ben hep bir sürprizin gerçekleşmesini isteyerek, sanki onun ismini defterimdeki kadroya yazarak tüm dünyaya hatırlatacakmışım gibi, yıllarca sahip çıkmıştım Warnock'a. Liverpool serüvenini noktaladıktan sonra ilk kez Blackburn formasıyla gördüm onu. Artık ligin "sıradan" futbolcularındandı. Fakat geçtiğimiz sezon, O'Neill yönetimindeki Aston Villa'ya transfer oldu ve ben de tüm bir sezonu "işte yıllarca kendi kadrolarıma ismini bir an olsun çekinmeden yazdığım sol bek" diyerek, gururla geçirdim. Sanki beni Capello da duymuştu. Duymuştu ki Warnock'u G.Afrika'ya götürüyordu.

Warnocklu bir Dünya Kupası benim için öncekilerden çok daha farklıdır artık. Adeta sokak aralarında maç yapan takımların, başka bir semtteki maç kadrosuna"fasulye" kontenjanındaki bir çocuğu da alması gibi bir gurur ve başarı öyküsüdür.

30 Kişilik İngiltere

Stephen Warnock

7 Haz 2010

Gole En Yakın 4 Numara : Tim Cahill


Moyes'in Dünya Kupası'nda yer alacak olan, Cahill, Pienaar, Howard ve Donovan başta olmak üzere tüm oyuncularının, kupanın en parlak oyuncuları arasında yer alacağını düşünüyorum. Futbol algıları öylesine açık ve geniş ki böylesi turnuvalar tam da onlar için sanki.

Ne var ki Cahill bu isimlerin hep bir adım ötesinde yer alıyor. Premier Lig'de geçirdiği 6 seneden sonra ligin en iyi oyuncuları arasında yer almayı başardı. Etkili kafa vuruşları ve bitiriciliğiyle ünlenen Cahill, aynı zamanda Kangurular'ın ilk Dünya Kupası golünün de sahibi. 2006'da Japonya'ya 83. ve 88. dakikalarda attığı iki muhteşem gol ile ülkesinin ilk Dünya Kupası galibiyetinin mimarı olurken, uluslararası anlamda belki de ilk kez adını bu kadar kuvvetli duyuruyordu Samoa asıllı Avustralyalı. 2006 yazı tüm Avustralya için bir masaldan farksızdır. İkinci kez katıldıkları, dünyanın en büyük turnuvasında daha önce hiç yaşayamadıkları duyguları tadıyor, ilk gollerini, ilk galibiyetlerini ve hatta ilk kez bir üst tura çıkma sevincini yaşıyorlardı. Cahill ise üstün gol sezisi ve hedefe kitlenmiş gol vuruşlarıyla kupanın heyecanla takip edilen isimlerinden biri olmayı başarıyordu.

Aradan 4 yıl geçti. Ülkenin en önemli futbol ikonlarından Harry Kewell'i Galatasaray formasıyla izleme şansına eriştik. "Kule forvet" Viduka futbolu bıraktı. Tecrübeli kaleci Schwarzer kariyerine ikinci UEFA finalini ekledi ve kaptan Lucas Neill geötiğimiz yılı Galatasaray'ın stoperi olarak tamamladı. Yalnız bir şey değişmedi; Cahill halen Kangurular'ın en önemli gol umudu. O da bu beklentilerin farkında ve o da Dünya Kupası'na çok başka anlamlar yükleyenlerden. İnancım, Cahill'in turnuvanın adından en çok söz ettiren oyuncularından biri olacağı yönünde. Gole en yakın "4" numaradan, birbirinden farklı, ilginç, ustalık isteyen 3 veya 4 gol izleyeceğimizi düşünüyorum.

6 Haz 2010

Su Yorumcuları'na -1-


ben ne güzel işerim güneşe karşı
arkamda medrese duvarı önümde çarşı


bir sürekli kaşınmadır yaşadığım
törelere ve alışkanlığa karşı


geldim gittim geldim bir şey bulmadım

üzüldüğüme ve yorulduğuma karşı


ah aklıma her şey gelir, her şey gelir

doğan güne karşı batan güne karşı


sözde kirlettiğimiz bütün her şey duruyor

bak ne diyorum sana, ele güne karşı


biz duralım biz sürekliyiz duralım

durukluğa, tüberkuloza ve uranyuma karşı


durduk, ateş besledik, kuşları sürekledik

arkamız medrese duvarı önümüz çarşı


güneşe güneşe karşı

Turgut Uyar

Capello'nun Kaptanları

Ferdinand'ın idmanda Heskey ile girdiği mücadeleden sonra sakatlanması, 12 Haziran günü Rustenburg'daki Royal Bakofeng Stadium'da A.B.D'ye karşı kaptanlık pazunbandını Liverpool'lu Steven Gerrard takması anlamına geliyor. Eski kaptan Terrry'nin tüm dünyada yankı bulan skandalından sonra kaptanlık Ferdinand'a verilmiş ve sular nispeten durulmuştu. Ancak, Ferdinand'ın kadroda yer alamayacak olması kaptanlık konusundaki bir dizi tartışmayı da beraberinde getirdi.

Öncelikle, yaygın görüş takımdaki gizli kaptanlığın hala Terry'nin elinde olduğu, Capello'nun kamuoyunun baskısından çekindiği ve "kontrol bende" mesajını vermek istediği için Chelsea'nin kaptanından pazubandı aldığı inancında. Zira, Chelsea'nin patronu, bir diğer İtalyan Ancelotti de aynı ikilemde kalmış yine de Terry'e sözüm ona sahip çıkmış, pazubandına dokunmamıştı. Ne var ki, Milli takım patronu olmak demek çok daha geniş ve deyim yerindeyse kucaklayıcı olmanız demektir. Dolayısıyla, Capello'nun Terry'nin pazubandına çokta istemeden, tüm topluma ve kurumlara hoş görünmek amacıyla el koyduğunu söyleyebiliriz. Şu da bir gerçek ki İtalyan hoca taktiksel olarak olmasa da disiplinel anlamda otoriter ve despot bir anlayışa sahip. Yani, aslında Capello yönettiği her takımın aynı zamanda kaptanıdır da. Kızacaksa kızar, motive edecekse motive eder. Dolayısıyla, Capelo için bir kaptan, olsa olsa duygu ve düşüncelerini sahaya çabukça yansıtması için atanmış bir elçi konumundadır.

Son bir yıllık süreçteki ikinci kaptan Ferdinand'ın kaybı ise kaptan olamayacak olması açısından değil sahada yer alamayacak olması açısından önemli. İngilizlerin 2010'a ve G.Afrika'ya ne tür değerler atfettiğini hepimiz biliyoruz. Böyle bir durumda defansın gerçek liderinin sahada olmaması İngililerin canını en çok sıkan detay olacaktır. Zira mevcut kadroda Terry başta olmak üzere, ne King ne Upson ne de kadroya yeniden çağrılan Dawson, Ferdinand kadar soğukkanlı, ayağına hakim ve topu oyuna sokabilen isimler. Yani, İngilizler 11 Temmuz'da kupaya uzanamazlarsa rakiplerinden ve saha içi detaylardan çok Ferdinand'ı sakatlayan Heskey'i anabilirler.

Gelelim Gerrard konusuna. Fikrimi en başından söyleyeyim: Gerrard yalnızca Liverpool'un kaptanı olabilir. Çünkü çağdaş futbol anlayışına rağmen, davranışları ve saha içindeki tutumlarıyla Gerrard son derece yerel bir futbolcu imajı çiziyor. Bunu, 30 yaşındaki futbolcunun şu ana kadar ülkesi adına katıldığı turnuvaların hiçbirinde akılda kalacak bir performans dahi göstermemesiyle destekleyebiliriz sanırım. Yani, Gerrard İngiliz milli takımını harekete geçirecek, gerektiğinde tempoyu yükseltip gerektiğinde alçaltacak kadar dirayetli gözükmüyor. Tabii pratikte görene kadar laflarımız havada kalacaktır. G.Afrika'nın, bu anlamda Gerrard'ın rüştünü ispatlaması açısından bir sınav niteliğinde olduğunu da belirtelim. Stevie G. gelmiş geçmiş en karizmatik futbol karakterlerinden birisidir gözümde, dileyelim laflarımızı boşa çıkarsın.

Capello'nun başlı başına bir kaptan olduğu ve İngiltere'nin saha içinde ağırlığı hissedilen bir kaptana ihtiyaç duymadığı fikrini paylaşıyorum. Ne var ki, kulübeden hissedilemeyecek ve müdahil olunamayacak durumlarda, saha içindeki motivasyonu, takım içi dengelerin takım lehine değişmesi konusundaki katalizör görevini, kaptan Gerrard değil Guardian'dan Paul Hayward'ın da belirttiği gibi yenilgiyi kabul etmeyen, hırslı yapısıyla tanınan Wayne Rooney ve eski kaptan John Terry üstleneceklerdir. Onun dışında, Gerrard, seramonilerde en ön sırada yer alacak, ağır ve "cool" tavırlarıyla İngiltere'nin vitrinini temsil edecektir ki böylesi bir görev dağılımı belki de İngiltere için en sağlıklısı olacaktır.

5 Haz 2010

Benitez'in Gidişi, Dalglish ve Hodgson


6 yıllık Liverpool döneminde Rafa tüm Liverpoollu'lar için bir umut olmuştur. Sırf bu sebep bile Rafa'nın arkasında durmaya yeter. Yalnız, geçtiğimiz sezon, baş sorumlusu Amerikalılar olsa dahi, Rafa en aciz, en basiretsiz dönemini geçirmiştir. Aslında bu çöküş, mali yanı dışında tesadüfi de olmamıştır. İlk yıllarında 25-26 oyuncuya dayanan geniş kadrosunun bir sonucu olarak, her maçı farklı düşünen ve bir sonraki maç için en yüksek verim alabileceği 11 kişiyi seçebilen bir Liverpool söz konusu idi. Fakat yıllar ilerledikçe, Rafa'nın -nasılsa- bu avantajını yitirdiğini gözlemledik. Gerçek; Liverpool'un, United, Chelsea veya Arsenal kadar transfer bütçesi olmadığıdır. Ancak, bir diğer gerçek ise, mevcut fonun Rafa tarafından 5-6 oyuncuya deyim yerindeyse çar-çur edildiğidir. Dolayısıyla, kısa süre sonra, artık Benitez'in elinde sürekli optimuma ulaşabilecek bir kadro derinliği ve yapısı kalmamıştı. Crouch kendi isteğiyle ayrılmış olabilir, Keane'nin gönderilişi Mascherano'nun bonservisinin alınışına yorulabilir, Aqua'nın hala zamana ihtiyacı olduğu ya da Riera'nın disiplinsiz tavırlarıyla kendi başını yediği de söylenebilir ama en önemlisi bunların her birinde biraz da Rafa'nın suçlu olduğu gerçeğidir. Rafa hakkındaki satırları tamamlarken, kendince bir Liverpool taraftarı olan bana, yaşadığım en mutlu futbol anı'nı bahşettiği için minnettar olduğumu söyleyebilirim, bir anlamda elin Amerikalısı sayılabilecek insanlara karşı onu savunmak da boynumun borcudur fakat iş kriz yönetmek ve uzun soluklu bir maratonu göğüslemekse doğru adres Rafa değildir.

Kırmızılıların efsanevi kalecisi Grobbelaar "şu an bu iş için en uygun kişi Dalglish'dir." diye buyurmuş ve kulübün yeniden stabil hale gelmesinin, eski günlere dönmesinin ancak Dalglish'in ipleri eline almasıyla mümkün olduğunu eklemiş. Grobbelaar'ın bu açıklamalarının kaleciliğinden daha soğukkanlı ve güvenilir olduğunu belirtmeliyim. Bu görüşlere katılıyorum ve sanıyorum Dalglish'in kulübün başına geçmesine itiraz edecek Liverpoollu sayısı çok azdır. Halihazırda kulübün içinde görev alan (sportif direktörden daha çok danışman gibi bir makamda, aynı zamanda Liverpool Youth Academy'nin başında görev alıyor) efsanenin takımın başına geçmesi Gerrard başta olmak üzere çoğu futbolcunun kaybettiği heyecanın yeniden yeşermesine sebep olacaktır. Ancak, Dalglish'in bu süreçteki en büyük handikapı neredeyse 10 senedir kulübenin başına geçmemiş olması olarak göze çarpıyor. Benim hatırladığım, İskoç efsane en son 2000 yılında 3 aylık kısa bir Celtic macerası yaşamıştı. Yine de, Dalglish'in teknik adamlığı da en az oyunculuğu kadar ışıltılıdır; Liverpool'a son lig şampiyonluklarını ve daha da önemlisi Blackburn Rovers'a Premier Lig şampiyonluğu yaşatmıştır.

Benitez'in gidişinin ardından adı kulüple anılan bir çok hoca var fakat bu isimler arasında benim en çok önemsediğim bir diğer isim Roy Hodgson. Fulham'la başardıklarını buraya sıkça not ettik. Dalglish'ten sonra en güçlü adaylardan biri ki Hodgson'un Liverpool'un başına geçmesi, Premier Lig'de henüz "büyük takım" yönetememiş bir Hodgson'un böyle bir şansı yakalamış olması açısından önemli gözüküyor. Hodgson son iki yılda alabileceği en önemli eğitimi aldı, olgunlaştı, hatta bilgeleşti; şimdiki yeri -bence- kesinlikle Liverpool olmalıdır. Hodgson'un Kırmızılılarla buluşma imkanının sandığımızdan daha çok olduğunu, hatta bu konuda Hodgson'un Liverpool'lu eşini bir ikna aracı olarak kullanılmakta olduğunu da belirtelim.

Dileyelim, Dalglish, Hodgson, O'Neill veya sözü geçen kimi Hollandalılar'dan hangisi gelirse gelsin, işler bir süreliğine Liverpool lehine gitsin. Zira bundan sonra, her şeyden çok şansa ihtiyaçları olacak.

1 Haz 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #1 Harry Redknapp


Allardyce ile birlikte Premier Lig'in yoğun temposunu kaldırmakta zorlanan isimlerden bir diğeri Redknapp. Daha önce yazmıştık, ciddi bir rahatsızlığı olmamasına rağmen, stresten korunmak için 1 senedir düzenli olarak kalp ilaçları alıyormuş. Yaşının 63, çalıştığı ligin Premier Lig olduğunu düşündüğümüzde Redknapp'in ilaç alması, Ferguson kadar soğukkanlı olmayı beceremediğine göre son derece normaldir. Tottenham, Şubat'ın sonundan Mart sonuna kadarki periyodu yenilgisiz tamamlayarak 4.'lüğü almıştu ve son dört haftaya kadar bu konumunu korumuştu. Dördüncülük için City ve Villa ile yarışırken, bir anlamda kendi göbeğini kendisi kesmek zorunda kaldı ve son 6 maçlık periyotta Arsenal, Chelsea ve rakiplerinden City'i yenerek Şampiyonlar Ligi yolcusu olmaya hak kazandı.

Geçen sezondan itibaren, Redknapp'ın Tottenham'ı bir başka idi. Juande Ramos ile galibiyete hasret kalan transfer şampiyonu Spurs, Redknapp'dan sonra bambaşka bir çehre kazanmış fakat yalnızca ligde rahat bir pozisyonda yer almayı başarabilmişti. 2009-2010 sezonu ise Redknapp için olağanüstü geçmişti. Eski takımı Portsmouth'tan getirdiği Kranjcar, Crouch, Defoe ve Kaboul bu sezon takımın başarısında en önemli rolü üstlendiler. Bunun yanında, Ramos dönemi transferlerinden kaleci Gomes, Modric ve Pavlyuchenko gibi yıldızları silmedi, onlara sahip çıktı ve mevcut yapıyı Huddlestone,Palacios ve Bale gibi isimlere aktif rol vererek güçlendirdi. Öyle ki, Redknapp'ın Tottenham'ında görev alan oyuncuların tümü vasatın üstünde bir performans sergiledi bu sezon. Big Four'un içine girmeyi başardılar. Daha doğrusus Big Four zincirini kırdılar. Bunu son 10 yılda sadece Leeds, Newcastle ve Everton başarmıştı. Üstelik o zamanlar Chelsea ve Manchester City tarihin sahnesinde bu kadar önemli bir yere sahip değildiler.

Big Four zincirini kıran, parmakla gösterilen bir takım yaratmayı başaran Redknapp, bugün İngiltere Milli Takımı'nın omurgasını oluşturan, Ferdinand, Carrick, Joe Cole ve Lampard gibi isimlerin yetiştiği West Ham akademisinin başındayken dahi bu kadar başarılı olamamıştı.