28 Eyl 2011

David Dunn


Abartmıyorum, Friedel da gittikten sonra şu takımın tek sempatik yüzü kaldı. O da Dunn. Zorlasak zorlasak bir de Givet çıkar. Onu da Salgado götürür zaten. Salgado deyince, Bale'e karşı falan top oynuyor adam, bu işe birilerinin müdahale etmesi gerekir. Salgado kimdir, necidir? Nasıl olur da hala top oynar? Madrid'in eski başkanlarından Lorenzo Sanz'ın damadıymış sanırım. Hadi Madrid'de torpille oynadı diyelim. 75 doğumlu bir gişe görevlisinin (rakibe göre sol kanat otoyolu görevlisi) temposuyla meşhur Premier League'de oynayabilmesi nasıl mümkün oluyor. Hayır torpil desen değil, belli. Başka bir kuvvet olmalı.

Neyse konuyu dağıtmayalım, Dunn'a dönelim. 1998'den beri Blackburn'de. Arada bir İskoçya (Hearts) ve Birmingham yapıp gelmiş. 2006-2007'den itibaren yeniden eski formasını giymiş. Abartısızdır. Koşar, işini yapar. Mücadeleden yılmaz. En çok parladığı sezon 2000-2001 sezonuydu sanırım, zamanın Goal Dergisi posterini vermişti. Belki de aynı dönem Tugay ve "Küçük" Hakan da Blackburn forması giydiği içindir kim bilir. Neyse, Dalglish dönemi sonrası Blackburn'ünün en sempatik figürlerinden birisidir Dunn, Tugay'ı saymazsak. Saygı duyulması gereken futbolcudur. British ekolü orta saha oyuncularının güçlü bir temsilcisidir.

24 Eyl 2011

EPL 6. Hafta Liverpool: 2 Wolves: 1


Geçen hafta Tottenham karşısında alınan ağır mağlubiyet bir takım sonuçlar çıkarılması açısından önemliydi. Kenny Dalglish umarım gerken sonuçları çıkarmıştır. Lakin biz şimdilik pek göremiyoruz, ki kendisi de haklı çıkabilir. Nitekim, Carroll-Suarez ikilisi ilk kez bu kadar uyumlu idiler. Anlaşılan, bu ikilide ısrar edecek Dalglish. Umarım, Carroll'ın artan uyumu takım açısından olumlu sonuçlar doğurur. Ben de Carrol hakkında söylediklerimi yutarım.

Maça dair gözlemlere gelirsek:

* Oyuna kontrolü ele alarak başladık. Çok geçmeden Adam'ın golü geldi. Top rakibe çarpıp girmiş olsa bile öncesindeki hareket Adam'ın klasını gösterir cinstendi. Çok güzel çekti ve vurdu. Dileriz her maç bu disiplinle oynasın. Zira Tottenham maçında erken demoralize olup gereksiz bir kırmızı kartla takımın erkenden çözülmesine ön ayak olmuştu.

* Orta alandaki yenilere bakacak olursak, en zayıf halka olarak Henderson göze çarpıyor. İlk maçtan itibaren üçü hakkında da olumlu şeyler yazıyorum. Hala umutluyum üçünden de. Adam ve Downing ritm tuttular denilebilir. Sırada Henderson var artık. Onu takıma kazandırmanın çeşitli yolları olabilir. Belki zaman zaman dinlendirilebilir hatta. Ama muhakkak faydasını arttıracak bir yol bulunmalı.

* Downing çok iyi çalıştı. Gol üretememesi ya da assist yapamaması büyük şanssızlıktı. Sol kanadın vazgeçilmezi oldu-olacak. Yapacaklarını merakla bekliyoruz.

* Suarez hakkında yazılacak fazla bir şey yok. Her hafta üstüne koyuyor. Ancak hırsını törpülemeyi öğrenebilmesi lazım. Biliyorum, kendine kızıyor ama bitime 10 dakika kala yerini Gerrard'a bırakıyorsun... Reaksiyon göstermemesi gerekirdi. Onun dışında süperdi. Tekrar kutluyoruz.

* Takım savunması geçen haftaya kadar pekiyiydi. Kelly'nin sakatlığı savunma yerleşimini bozmuştu. Skrtel önceleri sağ bekliği kotarsa da Tottenham karşısında çuvallamıştı. Kenny'nin bu maça dair en güzel hareketi Skrtel'e tekrar güvenmeyerek sağ beke Kelly'i koymuş olmasıydı. Kelly de sakatlıktan yeni çıktığı için fazla varlık gösteremedi. Yine de bariz bir hata yapmadı.

* Carroll'a çok küfür ettik ama toparlanmış gözüküyor. Son dakikadaki anlamsız hareketlerini saymazsak. En azından bir kaç pozisyonda Suarez'e duvar oldu ki ondan beklenen bundan fazlası değil (o astronomik parayı düşünmezsek).

* Meireles'i kaybedince yedek kulübesi epey güç kaybetti aslında. Şimdi o bölgede Gerrard'ı saymazsak, Spearing ve Maxi Rodrigez var ilk olarak. İkisi de yeterli değil. Bu açıdan, Gerrard'ın yeniden merkezde yer alması önemli. Böylece, Henderson ve Adam'dan biri de dinlenebilecektir.

* Geçen haftaki temennimizi yineleyelim. Hücumdaki direncin ve çeşitliliğin artması adına Kuyt ve Bellamy daha fazla süre almalı.




Not: Kuyt'ın yerine Carroll 11'de başladı.

20 Eyl 2011

Yann Martel - Beatrice & Virgil


“Kızınız öldü ölecek. Eğer kafasına basarsanız, biraz yükselip hava alabileceğiniz bir konuma gelebilirsiniz. Kızınızın kafasına basar mısınız?”

Yann Martel’i Pi’nin Yaşamı (Life of Pi) adlı eseriyle tanıdım. O roman sanırım 2002 Man Booker ödülünü kazanmıştı. Kurgu konusunda başarılı bir yazar Martel. Özel bir tarz olarak hemen her romanını hayvanlar üstüne kuruyor. Pi’nin Yaşamı’nda da, Beatrice & Virgil’de de hayvanları anlatırken verdiği ansiklopedik kıvamdaki bilgiler veya fiziksel özelliklerini vurgularken kullandığı tasvirler çok ilgi çekici. Sırf bu yüzden okunabilir Martel.

Beatrice & Virgil’e dönersek, kitap tüm dünyada 2010’un Nisan’ında çıkmış. Türkiye’ye 2011 yılında İnkılap Yayınevi’nin yan kuruluşu konumundaki Sayfa6 tarafından basılmış. Pi’nin Yaşamı’ı da İnkılap tarafından basılmıştı. Bundan sonraki Yann Martel romanlarını da muhakkak İnkılap-Sayfa6 işbirliği ile okuyacağız demektir.

Beatrice & Virgil aslında çok bildik bir konuyu anlatıyor. Holokost. Yani Yahudi Soykırımı. Ama kitapta Yahudi yok, Nazi yok. Bir tarafı kurmaca bir tarafı deneme olan ancak omurgası Holokost üzerine kurulu bir ikiz kitap projesi başarısızlığa uğramış olan bir yazar ve bir tahnit ustası var. Tahnit eski bir kelime. Genel anlamda ölüyü sergilemek üzere mumyalamak gibi br işi anlatıyor. Buradaki tahnit ustası çeşit çeşit hayvanın içini doldurmakla meşhur. Henüz başarısızlığa uğramış yazar Henry’e yazdığı oyundan parçaları gönderip Henry’i gizemine çekmeye başlıyor. Tahnitçinin oyununda bir maymun(Virgil) ve bir eşek(Beatrice) var. Henry okuduğu ilk andan itibaren Beatrice ve Virgil’e kendini kaptırıyor ya, yine de son ana kadar onların imlediği şeyi göremiyor.

Holokosta, Dante’nin “İlahi Komedya”sı, Orwell’in “Hayvan Çiftliği” ve Flaubert’in “Konuksever Aziz Julian Söylencesi” gibi eserleri referans alarak bakan ilginç bir roman. Çok başarılı değil ama çok ilginç.

18 Eyl 2011

EPL 5. Hafta Tottenham Hotspur:4 Liverpool:0


Maça dair yazılabilecek fazla bir şey yok. Liverpool muhtemelen sezonun en kötü maçını oynadı. Üstelik, sakatlıklar ve kartlar da cabası oldu. King Kenny belki de ilk kez üzdü bizleri. Kredisi sonsuzdur ama maçı okuyamaması çok vahim oldu. Önümüzdeki haftadan itibaren düzelmemiz ümidiyle. Can sıkıcı maç notlarına bakalım.

* Maça çok kötü başladık. Zaten 10 dakika dayanamadan golü yedik. Modric'in şutu çok ekstraydı kabul ama -Agger'in pozisyon içinde sakatlanmasıyla birlikte - takım savunmasının gol pozisyonunu takibi yanlıştı. Tottenham'ın pres futbolunun yarattığı şaşkınlıktan dolayı diyelim, yerleşimde, topla oynamada sıkıntı çekti Liverpool.

* Skrtel iki hafta önce iyi iş çıkarmıştı sağ bekte Bolton'a karşı. Lakin karşısında Bale gibi bir açık oyuncusu bulunca resmen çuvalladı. Öyle ki Bale karşı yüzünü bile dönemedi. Savunmada yaşadığı sıkıntı hücuma çıkarken korkmasına yol açtı. Sağ kanatta çok eksik kaldık.

* Agger sakatlanıp Adam kırmızı karttan atılınca yukarıdakilerin hiçbir anlamı kalmadı zaten. Oyun bambaşka bir hale büründü. Liverpool zaten planlı programlı bir oyun oynayamıyordu. 10 kişi kaldıktan sonra tamamen silindi sahadan. Adam'ın ardından Carroll sol kanada geldi ve o dakikadan sonra ne yaptığını anlayamadım. Carroll'ın takım içindeki etkinliğini azaltmak her iki tarafın da hayrına olur diye düşünüyorum. Daha fazla zorlamanın anlamı yok.

* İkinci yarıya bir şeyler değişir umuduyla başladım ama nafile. Oyuncu değişikliği yapmayan King Kenny bu tavrıyla oyunu okuyamadığını ilan ediyordu adeta. Çok geçmeden Skrtel de kırmızıdan atıldı, hemen ardından Defoe'nin golü geldi.

* Takım oyundan kopmuş ve hala oyuncu değişiklikleri gelmemişken Adebayor'un golü geldi ve maç 20 dakika önceden neticelendi aslında. Son dakikada Adebayor bir daha attı sadece.

* Artık yeter: Carroll gitsin, Bellamy ve Kuyt reyizler yerlerini alsınlar.

12 Eyl 2011

İ.B.B - Galatasaray: 2 - 0



İlk 20 dakika ortaya iyi bir şeyler koymuş olmalı Galatasaray. İzleyen herkes öyle söylüyor. Oysa ben ilk 20 dakika kaos içinde -henüz maç başında, kaosun hakim hava olması ayrı bir soru işareti olarak bir kenarda dursun- karşı kaleye hücum etmeye çalışan, anlaşıldığı kadarıyla 4-3-3 oynayan ama kaosun yarattığı dağınıklıkta görev bölgelerinin hızla birbirine girdiği ve karıştığı bir takım izlediğimi sanıyorum. Ne yazık ki Fatih Terim hakkındaki en büyük klişe hala doğruluğunu korumaktadır. Terim'in tez canlılığı ve futbolcularına aşılamak istediği kazanma arzusu futbolcuları garip, anlamsız hareketlere itebiliyor. Bunun sahadaki yansıması ise kaos oluyor. Yani, orta sahada doğru düzgün bir pozisyon almak, alan daraltmak, markaj yapmak gibi çeşitli yerleşim biçimlerinden birini sergilemek yerine, bıraktığı alanı önemsemeden, hesapsızca koşu yapan orta saha oyuncularını gördüğümüzde, onun adı "pres futbolu" olmuyor ne yazık ki. Olsa olsa kaos oluyor. Yine de, "kaos" sözcüğü Fatih Terim'i anlatmaya çalışırken kolaya kaçmak gibi göründüğünden bundan sonra fazla kullanmamaya özen göstereceğim. Niyetim, orta sahada ortaya konulanın "pres futbolu" olmadığını açıklayabilmekti.

Orta sahada eksik olan şey takımın formasyonundan ileri geliyordu. Sabri'nin orta saha, Ujfalusi'nin sağ bek ve en önemlisi Eboue'nin sol açık oynaması... İlk 11'de 3 önemli parçanın esas mevkiisinde oynamaması çok büyük bir problem. Bunun farkında olmamak en kötüsü. Çok değil, biraz Premier League'yi takip etmiş bir insan Eboue'nin sol açık oynayamayacağını bilir. Dahası, Eboue'yi sol açıkta yeterli görebilmek için elimizdeki tek veri hız. Zaten Terim de bu veriden yola çıkarak Eboue'yi sola, Sabri'yi orta alana yerleştirmiş. Acilen görülmesi gereken: öncelikli olarak futbol aklının, yaratıcılığın gerektiği alanlarda salt hızlı, çabuk diye kimi oyuncuların tercih edilmesinin yanlışlığı. Bunun en büyük ispatı maçın içindedir. Sabri sağ bekte çok daha iyi işler yapmış, orta alanda tüm mental özürlerinden dolayı eksik kalmıştır. Eboue için söylenebilecek pek bir şey yok. Belki orta alanda kullanılabilir. Fakat esas yeri kesinlikle sağ bek. Sol açık oynatmak zorunluluk yoksa en hafif ifadeyle cahillik. Bu iki önemli yerleşim hatasının yanında Gökhan Zan-Ujfalusi ikilisini de konuşmazsak olmaz. Terim bazen o kadar şefkatli ve sabırlı ki şaşırıyorum. Gökhan Zan'a dair beslediği umuttan bahsediyorum. Başka ihtimali yok, Ujfalusi'nin stopere geçmesi lazım, Gökhan'ın kulübeye.

İkinci önemli eksiklik fiziki yetersizlikti şüphesiz. Riera bu açıdan oynatılmadı diyelim. Sercan'ı, Engin'i de bu anlamda mazur görelim. Peki ya diğerleri? O çok övündüğümüz hazırlık kampından geçmediler mi? En iyi kondisyonerlerle çalışmadılar mı? Geriye dönüşlerde yaşanan sıkıntılar, ikili mücadelelerdeki başarısızlıklar ve pozisyonun devamını getirmedeki zorluklar. Bunların hepsi neden kaynaklanıyor? Florya'yı bilmediğimden, bu konuda yorum yapamıyorum. Ama fizik olarak yetersiz durumdayız, bu açık.

İ.B.B maçı açısından belirleyici olarak gördüğüm üçüncü ve son problem ise yaratıcı oyuncu eksikliği. Melo'nun çıkışlarını saymazsak, takımdaki tek yaratıcı oyuncunun Selçuk olduğunu görüyoruz. Kazım bu anlamda hiçbir zaman yeterli olamadı zaten. Bu yüzden Riera'ya ve Elmander'in katkılarına muhtacız şimdilik. Engin'in de yetenekli ve yaratıcı olduğu muhakkak ama bunu sahaya ne ölçüde yansıabileceği konusunda kimsenin bir fikri yok. Sercan hakkında ise olumlu konuşamayacağım. Skorer değil, yaratıcı değil, çalışkan değil. İyi ilerler, çalım atar, ceza sahası içinde etkindir, hepsi bu. Genelde, Sercan'ın klas hareketlerinden sonra ortaya somut bir pozisyon çıkmaz. Dolayısıyla, elimizdeki yaratıcı oyuncu sayısı 2,5'ken (Selçuk, Riera, Elmander + Engin) onca transferin manasını sormak en büyük hakkımız diye düşünüyorum. Yaratıcı oyuncu sıkıntısı söz konusu olunca Culio'yu da anmadan geçemiyoruz ne yazık ki. Ordu'da iyi şeyler yapacağından eminim.




not: fotoğraf ntvspor.net'ten alınmıştır.

9 Eyl 2011

Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz



"İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"


Barış Bıçakçı sayfalar dolusu tasvirlerle anlatılabilecek bir sahneyi, bir resmi, bir an'ı bir cümleyle anlatabilecek yetenekte. Abartıya hiç gerek yok. İzlediği yol, benimsediği anlatım tarzı minimalizm ya da bir başka halt. Önemli olan bunu çok çok iyi yapıyor olması. Öz çoğu zaman gereksiz süsün kurbanı olur yorucu, uzun metinlerde. Minimalizmdeki tehlike ise özün bu sefer de sadeliğe kurban gitmesi. Barış Bıçakçı bu anlamda, öze hasret bünyelere en büyük su taşıyıcı şüphesiz. Yazdıklarında sadece öz var çünkü. Bazen biraz fazla hatta. Kimi zaman genç kız yalnızlığı, başka bir çifte özenen... Kimi zamansa iş meselesi yüzünden arası bozulmuş arkadaşların soğumuş öfkesi. Bunlar, bir hayata atılmış bir kaç dakikalık bakıştan fazlası değil. O an ne oluyorsa onu görüyor ve yazıyor Barış Bıçakçı. Ötesi zarar sanki onun için.

'Baharda Yine Geliriz'de bir sürü hayattan üçer-beşer dakikalık kesitler var. Buna, olayların arkaplanındaki şehri daha yakından tanıyabilmemiz için belki de, "şehir rehberi" eklenmiş. Şehir rehberi sayesinde öğreniyoruz, şehrin felaket haberlerini kesip saklayanları, kokteyl ya da bedava içki düşkünü veznedarları ve şehrin tek saat kulesinin vaziyetini.