31 Eki 2009

Total Futbol Fetişizmi ve Alex Ferguson


Anlayan anlamayan herkes takımının "total futbol" oynamasını öngörüyor artık.Total futbol,günümüz sosyal-politik sihirli,laf edilemez ve bir o kadar da şeffaf kavramlarının futboldaki yansıması haline geldi adeta.Total futbola laf söylenilmez.Avrupa Birliği'nin "insan hakları" kapsamında bir türlü somutlaştıramadığı maddelere de...Birleşmiş Milletler dahi 1945'ten beri insan haklarının evrensel düzeyde sağlanabilmesi için tesis edilmiştir.Oysa 1945'ten sonra belki de daha önce olmadığı kadar insanlık ayıbı işlenmiştir.Uluslararası savaşlar yerini iç savaşlara,etnik çatışmalara bırakmıştır ve insan hakları deyim yerindeyse bir de BM tarafından tecavüze uğramıştır.Öyleyse,BM'in,AB'nin sorunlara çare olamadıklarını görüyoruz.Demek ki,total futbol da kendimizi her derde deva olacağına zorla inandırmak istediğimiz bir kavram,çözüm kisvesi altında sorunların çoğunun görmezden gelinmesini kolaylaştıran bir can simidi.

Öncelikle,total futbol tam olarak nedir?Hollandalıların başlattığı bir akım olduğu muhakkak.Fakat burada da bir sorun ortaya çıkıyor.Yani Marx'ın Marksist ya da Mustafa Kemal'in Kemalist olmadığını biliyoruz.Büyük ihtimalle Hollandalılar da total futbol aşığı değillerdi.Tamam ilk defa onlar futboldaki-özellikle orta alandaki- mevkii kavramını flulaştırarak bugün oynanan futbolun temelini attılar.Gene de,Cruyff olmasaydı,sistem bu kadar başarılı işlemeyebilirdi.Hollandalıların total futbol anlayışı üzerine daha fazla konuşulabilir tabii ki ama genel hatlarıyla topun sürekli oyunun içinde kalmasını,paslaşmayı,takım oyununu kutsayan ve taktiksel dizilişlere pek önem vermeyen bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.Bu noktada total futbolu sorgulayabileceğimiz bir kaç önemli sorun ortaya çıkıyor.Birincisi,eğer sanıldığı üzere taktiksel dizilişlerin,oyuncunun saha içindeki yerinin pek bir önemi yoksa,Mustafa Denizli total futbol aşığı bir hoca olarak gösterilebilir.Çünkü saha içi dizilişlerinde Şampiyonlar Ligi'ni bile yanıltabiliyor.Kimin nerede oynadığı,tam olarak ne yaptığı belli olmuyor çoğu zaman.Hemen burada ikinci sorunun sorulması gerekiyor:Madem total futbol sistemi değil oyunu kutsuyor,o zaman son yıllarda total futbol fetişizmiyle birlikte ortaya çıkan 4-3-3 fetişizmine ne demeli?Günümüzde total futbol oynamanın tek yolu takımına 4-3-3 oynatmaktan geçiyor adeta.Hemen burada bir soruyla daha zihnimizi iyice bulandıralım:Alex Ferguson'un Manchester'ı total futbol mu oynuyor?Sorunun cevabı evetse,Ferguson'un -tüm dünyada bir bildirge yayımlanmışçasına-uygulamaya konulan 4-3-3 bağımlısı olmadığını aksine klasik diye tabir edebileceğimiz 4-4-2 sistemini benimsediğini fakat buna rağmen her an oyunun içinde kalabilen,deyim yerindeyse "birlikte gidip birlikte dönebilen" bir takım yapısına sahip olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmalıyız.Eğer yanıtınız hayırsa,Alex Ferguson'un total futbolist olmadığı halde,total futbolun öngördüğü kompakt bir yapıya sahip,sürekli oyunun içinde kalan,hız ve güce doğrudan bağlı,sağlı-sollu palaşmalara önem veren,kanat organizasyonları dahil çok alternatifli hücum organizasyonlarına sahip bir takım yaratmış olmasını nasıl yorumlayacağız?Üstelik bunu Rooney dışında bir dünya yıldızları olmadan yapıyorlar.Yani Ferguson bir bakış açısına göre total futbola bir ideoloji keskinliğinde bağlı olabilirken,bir diğer bakış açısına göre de çağa ayak uyduramamış bir "dinazor" gibi görülebiliyor.Mesele,total futbol dahil hiç bir kavramı tabulaştırmamakta.

29 Eki 2009

Türk Romanı'nın Gerçek Prensi


Öncelikle,bu yazının Hasan Ali Toptaş' kendimce övmek için yazdığımı belirtmem gerekir.Yazının ciddi,edebi bir niteliği yoktur.Onun romanlarından anladığımı dilim döndüğünce paylaşmak istedim sadece.Romanları hakkında "post-modern" denir.Türkiye "post-modernizmi"nin en önemli eserlerinin sahibi olduğu söylenir.Muhakkak bu fikir doğrudur fakat onu bu kadar başarılı yapan kesinlikle sadece "post-modern" vurgular değildir.Önce,Türkçe'nin çok uzun zamandır kimsenin kaleminde bu kadar ahenkli olduğunu görmemiştim.Her sözcük,her tasvir,bir diğerine eklenen her duygu tarif edilemez bir ruha bürünüyor adeta.Gerek mistisizm,gerek varoluş,gerek yokoluş,gerek ölüm...Her biri zihnimizin içine ince ince örülen bir örgü gibi...Sarıyor,sarmalıyor.Dili efsanevi boyutlara taşıyor Toptaş.

İkinci olarak;benim için Hasan Ali Toptaş,-sıkça söylendiği üzere- Türkçe'de Kafka'yı yaşatandır tabii.Belirsizliğin,zamansızlığın,mekansızlığın o cezbedici atmosferinde akıp gider romanları.Kendi içinde kaybolanlar,bir türlü gidemeyenler,bulamayanlar,ulaşamayanlar,ulaşsa da ne zaman ulaştığını bilemeyenler...Ancak bunun yanında taşraya,Türk Edebiyatı'nda uzun yıllar sonra bu kadar vakıf olan,taşrayı bu kadar layıkıyla anlatan belki de tek yazardır.Onun kaleminde,o hayalini bile kurmakta zorlandığımız köy meydanı başka bir havaya bürünür,dağlar dile gelir,masal mı gerçek mi içinden çıkamadığımız bir taşra havası kaplar etrafımızı.Bu anlamda,taşrayı büründürdüğü ruhla aynı zamanda bir Yaşar Kemal edası da taşır kelimeleri.Türkçede belki de hiç bir yazar bir oturuşa onun kadar anlam kazandıramamıştır.Üstelik bunlar benim Hasan Ali Toptaş'tan anlayabildiklerim.Anlayamadıklarım için okuyorum ben onu.Yeni kuşağın en iyi romancısıdır gözümde.Ne kadar anlatsam boş.Onun okuyucularının üzerinde bıraktığı etkiyi kendi kalemi bile tam olarak anlatamaz diye düşünüyorum.

23 Eki 2009

Derbi Öncesi Taktiksel İncelemeler



Öncelikle Galatasarayla başlayalım…

Sahaya 4-3-3 dizilişinde ve resimde gördüğünüz oyuncular ile çıkacaklardır büyük ihtimalle.Total futbolu hedefleyen bir taktik benimsemiş durumda Galatasaray,fakat bunu yapabilmeleri için orta sahada Mehmet Topal ve Mustafa Sarp ikilisi yavaş kalıyor.Son 3 maçta da gördük ki yapamıyorlar.Tek defansif orta saha olarak Mustafa’yı oynatması gerekir Rijkaard'ın bana kalırsa çünkü Mehmet’den daha hırslı ve şu an daha formda . Elano-Ayhan ikilisi ileriye yönelik futbol oynarlar oynamasına ancak yavaş bir orta saha seçimi olur bana kalırsa. Elano-Barış ikilisi daha başarılı bir seçim olabilir orda. Çünkü Fenerbahçe Emre ve Cristian arasındaki paslaşmalar sonucu ileri çıkıyor. Barış’da bu ikiliye pres uygulayabilecek bir oyuncu. Elano’nun bu maçta patlama yapmasını bekleyenlerdenim patlama yaparsa durdurabilene aşk olsun. AML diye adlandırılan ofansif sol açık olarak Arda’yı oynamasını bekliyorum.Sadece sol kanatta sıkışıp kalmaması,gezerek oynamayı sevmesi onu bu bölge için iyi bir seçim haline getiriyor.İlerleyen dakikalarda Rijkaard yorulan Arda'nın yerine Kewell’ı alarak daha güzel ataklar izletebilir .Ofansif sağ açık her zaman ki gibi Keita olmalıdır. Hızı, oyun zekası, inanılmaz çalımları ile Vederson’a karşı çok etkili olabileceğine inanıyorum. Bu kişi Vederson değil de Roberto Carlos olsa bile düşüncem değişmeyecektir. Fenerbahçe defansta ilk önce Bilica’ya topu vererek başlıyor. Eğer ki Barış ya da Ayhan Emre’yi ve Cristian’ı kilitlerse uzun top yapmak zorunda kalacaklardır. Rijkaard Fenerbahçe’ye kontrolü vermek istemiyorsa Bilica’ya Baros veya Nonda' ikilisinden biriyle pres yaptırmak zorunda. Bu arada Elano veya Ayhan/Barış geriden top almak zorundalar bunu yapmadıkları taktirde total futbol anlayışı güme gider. Galatasaray bu sene seyir zevki açısından en güzel futbolu oynayan takım her maç 3-4 net gol fırsatı buluyor. Atamadıklarında 2 kez berabere kaldılar birinde kaybettiler.Ankaragücü mağlubiyetinin Galatasaray adına çok iyi olduğunu savunanlardanım. Takım şimdi daha da iyi çalışıyor ve bu net fırsatları kaçırma lüksleri olmadığını fark ettiler. Bu inanılmaz derbide bu sefer Galatasaray’ın galip ayrılacağını düşünüyorum. Bu arada Alex ne olacak diye soranlara Mustafa Sarp’ın ona agresif savunmasıyla top oynatacağına inanmadığımı söyleyebilirim.



Şimdi Fenerbahçe’ye Geçelim…






4-2-3-1 dizilişiyle sahaya çıkıyorlar. İlk önce şunu belirtmem gerek Fenerbahçe 8’de 8 yapmış olabilir fakat son Gençlerbirliği maçına kadar güzel futbol sergilemeden kazandılar çoğu kez. Takım şu anda rehavette ve derbi öncesi o inanılmaz motivasyonu yakalayamacaklar. Herkes Galatasaray çözüldü zannediyor fakat Galatasaray' Rijkaard bile çözemiyor,gol atamazlarsa kaybederler ancak. Bilica ve Lugano Baros’u iyi tutacaklar fakat gol yememek için önce kanatlarını durdurmak gerekir ki Daum'da buna dikkat çekmişti. Gökhan bunu çok iyi yapar fakat Vedersonla olucak iş değil bu. Duran top gücüde artık Galatasaray’da. Colin Kazım büyük maçları kaldıramıyordu bu seneye kadar .Dos Santos ise çok moralsiz Dunga “Dos Santos mevkisini unutuyor ve bu gidişle onu Milli takıma çağırmam zorlaşıyor” diye bir demeç vermiş.Ancak,Galatasaray ön bölgede ve orta alanda presi yapmaz ise Fenerbahçe oyunun kontrolünü alır. Buda işlerin değişeceği anlamına geliyor.Ayrıca Daum'un Özer gibi bir yeteneğe şans vermesi halinde Fenerbahçe'nin çok etkili olabileceğini düşünüyorum.Çünkü bu tip futbolcular yeteneklerini sergilemek için bütük maçları bekler çoğunlukla.Güiza'nın ise her zamanki beceriksizliğine devam edeceğini düşünüyorum.Oyundan çok skora önem veren Daum bu sefer skor değil de oyuna önem vermeli.Emre ve Cristian’ın performansları belirleyici olacaktır derbinin sonucu açısından.Eğer ki erken sarı kartlar savunmayı etkilemezse,sıkı savunmalarıyla Galatasaray’ın orta sahasını kilitleyebileceklerine inanıyorum. Galatasaray’ın da inanılmaz bir pres anlayışı ile oyuna çıkması gerekiyor.Ancak gölge presi değil de direk topa pres yapmaları gerek. Güiza bir tek bu işte çok iyi. Alex zaten yapamıyor. Bu yüzden Mustafa veya Mehmet Topal kim oynarsa rahat haraket edebilir. Bu da Fenerbahçe’nin hiç işine gelmez.

Yine inanılmaz bir maç bizi bekliyor 2 takıma da başarılar diliyorum…

By Berkan Cönger

22 Eki 2009

Kanal-i-zasyon


Film 23 Ekim Cuma(yarın) vizyona girecek aslında ama filmin İstinye Park'ta yapılan galasına gitme şansım oldu ve izlenimlerimi sıcağı sıcağına yazabilme imkanı buldum.Değerlendirmelere başlamadan önce,Okan Bayülgen'in oyunculuğa dönmüş olması filmin bana göre en büyük artısı olmuştur diye belirtmek istiyorum.

Gala izlenimleri gibi magazinel muhabbetleri geçip filme dönersek;Kanal-i-zasyon'un yönetmenliğini,bir zamanlar Şahan Gökbakar'ın televizyonda yayınlanan skeçlerinin yönetmeni olarak tanıdığımız Alper Mestçi üstlenmiş.Alper Mestçi denince akla ilk gelen hep Şahan Gökbakar olmuştur ancak Kanal-i-zasyon'un Mestçi'nin ilk filmi olmadığını belirtelim.Mestçi, daha önce önüne hangi türe ait olduğunu belirten cinsten bir sıfat koyamayacağımız Musallat filminin de yönetmenliğini yapmıştı.Bu anlamda,Kanal-i-zasyon'u,yönetmenin ilk filmine nazaran çok daha fazla ciddiye alabiliriz diye düşünüyorum.Öte yandan,çoğu kişinin aksine ben Alper Mestçi'yi,Hüseyin Özcanla birlikte hazırladıkları,Milliyet'te çıkan "Serin Duruş" köşesinden tanıyorum.Köşede ünlülerin gaflarını ve mizah yazılarını paylaşıyorlardı ve gerçekten çok başarılılardı.Yani,kendi adıma,yazar Alper Mestçi yönetmen olanından daha başarılı diyebilirim.Kanal-i-zasyon'un yazım ekibinin içinde de olduğunu söyleyelim.

Filmin tek amacı günümüz televizyon programlarını "ti"ye almak ve televizyonculuk işinin ne kadar basitçe yapıldığını göstermek.Zaten Hakan Yılmaz'da filmin içindeki "Adam osurdu ve sen güldün.Öyle mi?" cümlesiyle filmin tüm niyetini belli ediyor.Okan Bayülgen'in projeyi kabul etmesini ve hatta benimsemesini de filmin niyetine bağlayabiliriz.Sonuç olarak Okan Bayülgen'de yıllarını bu tür programları eleştirmek için harcamadı mı?İşte Kanal-i-zasyon tam olarak böyle bir film.Komik mi?Çok komik sahneleri var gerçekten.Yaratıcı olabilmiş mi?Yeterince.Oyuncu kadrosu da gayet iyi.Okan Bayülgen,Rasim Öztekin,Erol Günaydın,Hakan Yılmaz gibi çok bilindik,yıldız oyuncular var filmde.Bir de Serhat Özcan var tabii RED derigisindeki yazılarıyla daha bir tanıdığımız,sevdiğimiz.Üstelik bu oyuncu kadrosunun yanında,bir o kadar ünlü konuk oyuncu kadrosu da var.Metin Uca'dan Ahmet Çakar'a,Medyum Memiş'den Hakkı Devrim'e kadar bir sürü isim daha...

Yazıyı böyle bitse çok güzel bir film olmuş gibi gözükecekti ama ne yazık ki herşey o kadar toz pembe değil.Film bu güzel yönlerinin dışında uzun bir skeç gibi olmuş adeta.Skeçten bir film gibi.Nedense,bir film olarak göremiyorsunuz hiç bir zaman ve Şahan Gökbakar'ın skeçlerinde yaşadığımız duyguyu hatırlayacak olursak:bir süre sonra,ne kadar komik olursa olsun sıkılıyorsunuz.Kanal-i-zasyon'da da böyle oldu.Herşey çok güzel giderken nasıl olur da insan sıkılır?Söyleyeyim,yaptıkları komedinin bir sonu yok ve espriler,karakterler çok karikatürize.Özellikle,sadece Okan Bayülgen filmin en büyükartısını ve eksisini yaratmış gözüküyor,yılalr sonra oyunculuğa dönüşüyle ve canlandırdığı İmdat karakteriyle.Fakat İmdat'a dönersek:o ne kadar karikatürize bir karakter öyle?İmdat'ın doğulu bir karakter olmasına ne gerek vardı?Bu da bir klişe değil midir?İmdat üstünden televizyon halleri,klişeleriyle dalga geçmek isterken dalga geçilecek duruma düşürmüş filmi Okan Bayülgen.Üstelik Okan Bayülgen'in doğulu aksanı yapamadığını,ağzında ne kadar iğreti durduğunu herkes biliyor.Hal böyle olunca,film gibi izleyemiyor izleyici perdeyi.Skeçler filmi olmuş.Siz yine de gidin izleyin derim.Akşam "Var Mısın,Yok Musun" izlemektense...

19 Eki 2009

Fatih Terim'i Anlamak


Bugün geldiğimiz noktada Fatih Terim'i eleştirmek en az Fatih Terim'in başarılarını ısıtıp ısıtıp tekrar önümüze koymak kadar moda oldu.Doğrudur,Fatih Terim sevilmesi zor bir karakter,anlaşılması zor,onu beğenmek zor;çünkü karşınızda sizden daha üstün olduğunu düşünen bir insan varsa ve bu insanın gerçekten bir potansiyeli de varsa sizin kendinizi rahat hissetmemeniz doğaldır.Öyle ya,karşımızda Türk Futbolu'nun en güçlü figürü duruyor;her başarısını tınaklarıyla kazıyarak elde etmiş,ukalalığı en doğal hakkı gibi görüyor çünkü onun gibi biri daha yok bu ülkede.Tüm "sert çıkışları","özlü sözleri" de bundan.Böyle bir karaktere ancak böyle açıklamalar oturur çünkü.Tarihe geçmek kolay iş değil.Bugün Şenol Güneş ismi prim yapar nitelikte bir isim değil.Kendisi de değil.Ama Fatih Terim her zaman gündemde olmak zorundadır,onu hatırlayabilmemiz için,unutmamamız için...

Görevi bırakırken dahi "elbet hatalarımız olmuşturun" ötesine geçemedi öz eleştiri anlamında.Ancak hakkını vermek gerekir,Türk Futbolu için yaptığı tespitler çok yerindeydi ve adeta hepsi Simon Kuper'in kaleminden çıkmış gibiydi.Bu yazının yazılış amacı da o tespitlerin hakkını vermektir.Beden Eğitimi dersinin müfredatta seçmeli ders olarak yer almasından şikayet etti örneğin.Bu kadar geniş kapsamlı,sosyal "açılımlar" beklemiyordum doğrusu.Fatih Terim'in bahsettikleri arasında en ilgi çekici nokta ise kendi mizacına ters düşercesineTürkiye'de bilim-futbol ilişkisinin zayıflığı konusuydu.Sonlara doğru ise bence Türk Futbolu'nun en büyük sorununu tespit ederek,benim gözümde neredeyse tüm eksilerini silmiştir.Sanki bilimin gücüne inanan,gerçeğin peşini bırakmayan,çağa ayak uydurabilen bir teknik direktör imajı çizmiştir gözümde.Tespit şu:Futbolcularımız Avrupa'ya nazaran eğitimsiz.Ne yazık ki bu gerçek.Futbolcularımızın algısı zayıf;taktiksel anlayış,vizyon,iletişim ve koordinasyon konusunda söylenenleri yapmakta zorlanıyorlar.Bu tespit,aslında yapılması pek de zor olmayan ama bugüne kadar hiç bir teknik adamın söylemeye nedense cesaret edemediği bir gerçek.Türk Futbolu'nun en büyük sorunu.Vizyon eksikliği,taktiksel anlayış yoksunluğu futbolcumuzun en büyük sorunudur an itibariyle ve Fatih Terim bunu suratındaki "ne yapalım el deki malzeme bu" ifadesiyle eğitimin arttırılmasının,futbol-bilim ilişkisinin güçlendirilmesinin farz olduğunu vurgulayarak söyleyince en ciddi "sert çıkışını" yapmıştır gözümde.

18 Eki 2009

Bir İşçi Sınıfı Güzellemesi: Billy Elliot


Sene 1984,İngiltere'de Margaret Thatcher ikinci kez hükümeti kurmaya hak kazanmış fakat ortalık henüz yatışmamış aksine daha da hareketlenmiştir.Thatcher 1979'da İşçi Partisi'nden hükümeti devralmış ve ilk günden beri İngiltere'yi ekonomide ve uluslararası arenada eski günlerine getirmeyi amaçlamaktadır.O dönem tüm dünyada tekrar etkisini hissettiren liberalizm rüzgarının da etkisiyle,ekonomide devletin rolünün azaltılacağını savunmuş fakat uyguladığı politikalar liberalizmin vaadettiği gibi tam istihdamla sonuçlanmamış aksine işsizlik İşçi Partisi dönemindekinin iki katına kadar yükselmiştir.Üstelik,sanayideki gerileme de Thatcher'ın söylediklerinin gerçekleşmediğinin açık bir göstergesi gibidir.Fakat 83 seçimlerinde tüm olumsuzluklara rağmen savaşlar ve krizlerden mevcut iktidarların beslendiği adeta ispatlanmış ve Arjantin cuntasının Falkland adalarını işgal etmesiyle İngilizlerin adayı geri almasının arasında neredeyse bir zaman farklılığı olmamasına rağmen,bir "savaşcık" çıkmıştı.Tahmin edilebileceği gibi,halk tüm olumsuzluklara rağmen kenetlenmişti,bu kriz ve savaş ortamından daThatcher yeniden hükümet kurma göreviyle çıkıyordu.

Thatcher nasılsa her mağlubiyetten galibiyetle ayrılmasını biliyordu fakat ona karşı tepkiler de dinmiş değildi.1984 senesi İngiliz sendikacılık hareketinin belki de en etkili olduğu seneydi.Bunlardan en önemlisi de Milli Madenciler Sendikası'nın bir seneyi bulan greviydi.İşçiler greve uzun süre devam etseler de istediklerini elde edemiyorlardı çünkü Thatcher bu grevden hemen önce kömür stoklamıştı...Hiç bir şey elde edilemeden sonlanmıştı grev.İngiltere'nin kuzeyinde,insanların potansiyel birer maden işçisi olarak doğduğu Durham kentinde ve her anlamda bu çizginin dışına çıkmaya çalışan Billy Elliot'ın evinde aynı hüzün vardı...

Uzun sayılabilecek bir girişin ardından filme gelirsek;Billy'nin babası ve abisi sendikada aktif olarak yer almaktadırlar ve kaderlerine boyun eğmeyi reddetmektedirler.Bu uğurda gerek grev kırıcılarla gerekse de polislerle sürekli çatışma halindedirler.Billy'nin hayatı ise o kadar karışık ve tehlikeli değildir.O,gününün çoğunu yaşlı ve biraz da arızalı "büyük anne"siyle ilgilenerek geçirmektedir ve okula gitmektedir.Haftada bir günde boks kursuna gider.Babasının arttırdıklarıyla...Fakat onun hayatı boks kursu almaya gittiği spor salonunda gördüğü bale dersleriyle değişecektir.Gizli gizli bale yapmaya başlar.Çünkü,babası da abisi de onun kendileri gibi güçlü olmasının ancak boksla gerçekleşebileceğini düşünürler.Bu onlarda bir güdülenme gibidir.Üretimin sürekli hale gelmesi için,aksamaması için,işçilerin sağlıklı ve güçlü olmaları gerekir.Kaderlerine karşı çıkan bir baba-oğul bile iç güdüsel olarak ailenin en genç ferdini dövüş sporlarına sevk etmektedir.Öyle ya,Billy'de er ya da geç yerin altına inecektir.Öyleyse gerçek bir işçi gibi "güçlü" olmalıdır.Ancak Billy'nin aklı ne bokstadır ne de maden işçiliğinde.O kendini sadece dans ederken iyi hisseder.Geleneklerden haberi bile yoktur.Tek istediği dans etmektir.

Stephen Daldry'nin ilk filmi Billy Elliot.Bir ilk film olarak çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz.Özellikle bir şeyler anlatma derdinde olan çoğu filmin başaramadığı,hikayeyle gerçeğin uyumu,bir birlerinin önüne geçmemeleri ve ikisininde ağırlığını hissetirmeleri övgüye değer.Bana kalırsa filmin sanatsal açıdan en başarılı olduğu yan da bu.Bir yandan Billy'nin hikayesi anlatılırken,fondaki Durham'da da İngiltere tarihinin en önemli grevi gerçekleşiyor ve Billy tabii ki bu gerçekten etkilenmeden devam edemiyor hayatına.Yani,içinde bulunulan durumun kişinin hayatına etkisi söz konusu.Bunu başarıyla gerçekleştirebilen film sayısı gerçekten az.Ayrıca,İngiliz aile yapısına,genel olarak alt sınıfların yaşayışına,eş cinselliğe bakışıyla da dikkat çekiyor Daldry.2000 yapımı bu film daha sonraki yıllar "London to Brighton","Breakfast on Pluto","Somers Town" ve "The Cottage" gibi Ada sinemasından farklı,başarılı deneysel filmler izleyeceğimizin habercisi gibi gözüküyor.Başyapıt olmasa bile,Ada sinemasında gerçek ve hayal ikilisini aynı anda tattırabilen,başarılı bir yapım olarak göze çarpıyor.

13 Eki 2009

Tüketim Çılgınlığı


eskitiyorum eskitiyorum
kalıyor ne kadar güzel olduğun

İlhan Berk

tüketiyorum tüketiyorum
facebook,çiftlik,otobiyografi
nerede sıradaki?

bir Tüketici


Oktay Taftalı tek hayali "kaçıp uzaklaşmak" olan biz insanların Facebook Çiftliği sayesinde ekip-biçerek,alıp-satarak bu gitme duygusunu masa başında tatmin ettiğini yazdı.Hayatında büyük,köklü,radikal değişiklikler yapmak isteyenlerin evlerinin dekorasyonlarında yaptıkları değişikliklerle kişiliklerinde devrim yaptıklarını zannettiklerini,üstelik bunu siyasi bir tatmin olarak yaşadıklarını söyledi Nihat Genç.Bir minderin yerine ötekini koymakla özgür hissetmek kolay...Bu yapay özgürlük hissinden uzaklaşmak gerek.Ruhumuz için çok tehlikeli bir tuzak olarak görüyorum bunu.Halbuki bir minderin üzerinde oturmak var yıllarca!Tüm çıplaklığıyla bir oda,bir balkon...Özgürlüğü basitlikte,serbestlikte aramak...Anadoluda insanlar minderi attığı yeri ev bildi.Yerdeki bir minder,hemen yanındaki çay orayı ev yapmaya yetti diye de ekledi Nihat Genç.

Ben de bu büyüklerimizin tespitlerine twitter veya türevleriyle ilgili bir ekleme yapmak istiyorum.İsteyen dilediği gibi kullanır.Hiçbir sorunum yok.Üstte değinilenlerle de ilgili düşüncelerim benzeridir.Değişiklik yapmak ya da değişiklik yapmayı istemek çok tabii ve haklı bir istek olabilir.Ancak bunların sonunda elde edilen tatmin siyasi bir nitelik taşıyorsa orada sorun var demektir.Daha doğrusu ülkenizin onca sorunu varken,siz salonunuzu değiştirdiğinizde tüm dünyayı değiştirmiş,tüm ülkenizi esaretten kurtarmışçasına seviniyorsanız bu değişiklikler bir süre sonra ruhunuzu esir almış demektir.

Herkes ne yaptığını,ne yediğini,ne izlediğini yazıyor.Yerde bulduğu ekmeği ulaşabileceği en üst noktaya kaldıran bir anlayış nasıl olur da ne yediğini,nasıl yediğini,ne kadar yediğini paylaşmakta bir sakınca görmez,bundan utanmaz.Meğer herkesin kendini anlatası varmış.Anlat anlat bitiremiyor kimse...Kim kimi dinliyor bu arada belli değil.Önemli de değil.Sürekli bu tüketim ağında kalmamız yetiyor çünkü.Uzaklara mı gitmek istiyorsun?Buyur,buraya tıklayıp gidebilirsin.Yatak odanı değiştirip ruhunu özgürlüğe bırakmak istemez misin?Ya da,ne yapıyorsun?Neler yaşadın anlatmak istemez misin?Bu tüketim ağının içinde kal da ne yapmak istiyorsan yap sonra.Sağolsun twitter,bize herkesin otobiyografi meraklısı olduğunu gösterdi.Üstelik Genç Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlarımıza girmiş bu otobiyografi yöntemiyle yazılan eserler.Yani kısa sürede sevmişiz bu türü.Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte her şeyin tamamiyle yeni olması amaçlanıyor.Giyim,kuşam,alfabe,tarih,laiklik,onca devrim...Bunlar hep eskiden kopmak uğruna yapılmış.Bir nevi eskiyi beğenmeme durumu.İşte o sırada,Yeni Cumhuriyet'in ilk nesillerinin hayatı kaleme alınmış,biyografik eserler ortaya çıkmış.Şevket Süreyya Aydemirler,Falih Rıfkı Ataylar bunun örnekleri.Düşünün otobiyografi daha da sonra görünüyor ülkemizde.Ancak söylediğim gibi temel olay,geçmişten kopma meselesi,onu beğenmeme,ondan hoşnutsuzluk.Twitterda'da onu görüyorum her yazdığımız bir hoşnutsuzluğun üzerinde temelleniyor.Fakat umrumuzda değil,otobiyografinin tarihini bilmeden otobiyografi yazıyoruz,durmadan...

9 Eki 2009

Türkiye'den Politik Futbolcu Manzaraları #3 Ümit Karan


Ümit politik futbolcular ekibinin en sıradışı,en havalı üyesi.Hatta onun politik olmadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz.Ancak,doğru olan Ümit'in kökeninin,doğduğu yerin hatta biraz daha ileri gidersek teninin renginin ona politik bir elbise giydirdiğidir.Ümit gibi bir futbolcunun milli takımda neredeyse hiç şans bulamamasını neye bağlayabiliriz?Ya da Galatasaray'da kalmak için Ümit kadar savaşmak zorunda kalan başka bir futbolcu daha var mıdır?Soruları bir de tersten soralım:Türk Futbol Tarihi'nde Nou Camp'da,Anfield Road'da,Roma Olimpiyat Stadı'nda gol atabilmiş,sahada ayaklarını çime yolarcasına basan,Avrupa'da "Avrupalılara" karşı,korkusuzca kaleye gidebilmiş kaç forvet daha var acaba?Dolayısıyla,Ümit Karan ismi,kendisinin bile sandığından daha önemli bir isimdir Türk Futbolu için.Onun isminin üzerinden gurbetçiliğe,Türkiye'ye ilk kez Kubilay Türkyılmaz'la gelen,rakip kim olursa olsun sadece golü düşünebilen "Avrupalı" oyun stiline,futbolcular arasındaki gizli örgütlenmelere,dedikodu olsa bile milli takımda oynayamadığı sürece sürekli gündemde kalan mezhep tartışmalarına bakabiliriz.Futbolculuğu ve Galatasaraylılığıyla başlayalım...

Öncelikle son iki yıldır kendisininde form düşüklüğüyle katkıda bulunduğu,Ümit Karan antipatisinin,gereksiz ofsayt tartışmaları dışında alt yapısı olduğunu düşünmüyorum.Galatasaray tribünlerinin de Hakan Şükür gibi bir ismi yıllarca savunabilmesine karşın,Ümit'i her kötü gidişte ilk günah keçisi olarak gösteren tavrının en hafif ifadeyle vefasızlık olduğunu düşünüyorum.Ve bu noktada,nedense bu tavrın altında bir art niyet arıyorum.Çünkü,neredeyse her golü jeneriklik olan,Roma'ya,Lazio'ya,Barcelona'ya,Liverpool'a,PSV Eindhoven'a,Benfica'ya gol atabilen bir forveti hangi takımın taraftarı sevmez ki?Bunun bir sebebi olmalıydı.Bana kalırsa elinde olmayan sebeplerden dolayı her fırsatta Hakan Şükürle karşılaştırılmış olması ve ne hikmetse Galatasaraylıların yılmadan Hakan Şükür'ü "Kral" olarak görmesi Ümit'in Galatasaray sevgisini adeta karşılıksız,hastalıklı bir sevdaya dönüştürmüştür ve bu hastalığa tutulan herkes gibi günü geldiğinde,8 senesini verdiği ve ne yapsa yaranamadığı aşkını başı önde,o her zaman sahip olduğu mahzun ifadesiyle bırakmak zorunda kalmıştır.Oysa o,Galatasaray için önüne sürekli bonservis sorunu çıkaran İlhan Cavcav'ı hiçe sayarak en büyük aşkıyla idmanlara çıkmaya başlamıştı.Hagi onu takımdan gönderdiğinde "umarım Hagi beni aramaz" diyerek Ankaraspor'a kiralanmış ardından belki de bir ilki başararak,tekrar takımdaki yerini alabilmişti.Ne Hagi,ne Fatih Terim istedi onu.Christian geldi,Ali Lukunku geldi,Necati geldi,Hakan Şükür ikinci kez geldi,hepsi birileri tarafından alındı,istendi.Ancak,Ümit,onu kimse istememesine rağmen, kazandığı her başarıyı tırnaklarıyla kazıyarak elde etti.Bir tek Lucescu sahiplendi onu,ısrarla oynattı.Zaten "Bir Üçüncü Dünya Ülkesi'nden Masallar II" filminin de başrollerini birlikte paylaştılar.Ondan sonra kimse o topa öyle vuramadı Roma'da.10 sene geçti yok.Olamaz da...

Ümit'in Galatasaray macerasının bitişinin ardında kesinlikle politik bir karar yoktur.Ancak Galatasaray'da kalmak uğruna verdiği savaş için aynı şeyi söyleyebilmek zor.Milli takım için de öyle.Ümit açıklamalarında,ne yaparsa yapsın milli takıma seçilemeyeceğini söylüyordu.Bu neden olabilir?Soruya pek çok yanıt verebilirsiniz fakat en güçlü ihtimal onun Alevi olması dolayısıyla milli takımdan uzak tutulmuş olması ihtimalidir.Üstelik Ümit,Alevi olmasının dışında politik fikrini de net olarak açıklayarak,ona karşı uygulanabilecek her türlü sansürü göze almayı bilmiştir.Onun için, "-sol görüşlü oldugunla ilgili haberler cıkıyor buna ne diyeceksin? " sorusuna

"evet.devrimciyim.bunu rahatlıkla söylerim. çoğu arkadasımız siyasi yapısını rahatlıkla acıklıyor.bence en doğal haklardan birisi herkesin kendi hür düsüncesi ve görüsü var. bende sol görüşlüyüm.ve bunu asla saklamadım. bizi bir arada tutan galatasaray aşkıdır." cevabını verebilmiştir.

Evet,futbol sahalarında "inceci"lik inadından vazgeçmeyen Ümit'in dünya görüşü de "ince"dir.Hiçbir ideolojik altyapısı olmasa da,Fetullah Gülen'le resim çektiren bir "kral"ımız varsa,neden ODTÜ'lü öğrencilerin McDonald's açılmasına karşı olarak topladıkları imza kampanyasına destek veren bir kahramanımız olmasın ki?Ya da her yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatları'nda Ebru Gündeş,Serdar Ortaç gibi isimlerle jüri üyeliğini paylaşan bir santraforu yıllarca bağrımıza bastıysak,Picus gibi bir edebiyat dergisinde,Murathan Mungan gibi bir edebiyatçıya röportaj veren Ümit'e -bırakın bağrımıza basmayı- hakkını dahi teslim edememek niye?Bir tek Öztürk Pekin mi "Ümit,van Basten misin sen?" diye sorarken onun oynadığı futbolun hakkını teslim etmişti.Aynı golü Hakan atsaydı...Olacakları düşünemiyorum.

Ümit her gece barlara,kulüplere gitmiş olabilir,idmanlarını aksatmış hatta kasıtlı olarak asmış olabilir.Son model arabalara binebilir.Sadece basına yansıyan bir-iki hareketi onu politik yapmaya yetmez denilebilir.Doğrudur.Benim vurgulamak istediğim,bir futbolcunun,ne kadar temiz olduğunu bildiğimiz futbolumuzda,kendisi kesinlikle politik bir figür olmamasına rağmen,kimi zaman gurbetçiliğiyle,kimi zaman Alevi'liğiyle,kimi zaman da belkide sadece abilerinden duyduğu "sol"culuğuyla yargılanmasının yanlışlığıdır.

7 Eki 2009

Kısa Kısa...



*Diyarbakırspor kulübü başkanı "Biz Devletten yardım isteyemiyoruz. İstediğimiz zaman bize Devlet takımı diyorlar. Biz Devlet takımı değiliz,Diyarbakır'ın ve Kürt Milleti'nin takımıyız" demiş.Zaten hiçbir takım devletin takımı değil ki!Ya da olmamalı diyelim.Tarikatlarla ya da kimi cemaatlerle bir takım bağlantıları bulunan takımlar duymadık değil gerçi...Böylesine siyasallaşmış bir futbolun içinde devletinde bir takımının bulunmasını kim hangi gerekçeyle eleştirebilir?İstanbul Beldiyesi'nin takımı varsa devletinde olabilir.Bunların dışında Türkiye'nin bütünlüğü için "açılım" yapılmasını isteyenler Diyarbakırspor'u sadece bir etnik kimliğe mal etmesinler.Diyarbakırspor tüm Kürtlerin takımıdır demek yanlıştır.Doğrusu Diyarbakırspor Diyarbakırlılarındır olmalıdır.Ne yani yüz yılardır Diyarbakır'da yaşayan Türk kökenliler destekleyemeyecek mi Diyarbakırspor'u?

*Karanlıktakiler'i pek beğenmedim.Uzun olmasının ötesinde kimi kopukluklar var filmde.Umay karakteri de oturmamış...Yıllardır dışarı çıkamayan birinin cesaretini uyuşturucu maddeler sayesinde toplayabilmesi de ilginç olmuş.Ayrıca Çağan Irmak'ın en sadık izleyicilerinden olan orta yaş üstü laik teyzelerin bu uyuşturucu vurgusundan hoşlanacağını sanmıyorum.

*The Mentalist klişelerle dolu olsa da güzel bir dizi...Herşeyi bilen adamın günlük hayatta silik bir karakter olması klişesi çok tanıdık ama dizi yine de kendini izlettiriyor.

*Ezel de bildiğimiz öykülerden.Yine de kendini izlettiriyor.Zaten bir dizide aşk ve intikam duyguları işleniyorsa ve başrollerini Kenan İmirzalıoğlu ve Cansu Dere paylaşıyolarsa o diziyi izlememek en azından takip etmemek olmaz diye düşünüyorum.

*Karar onandı ve Ankaraspor küme düşürüldü.Hayırlı olsun.Melih Gökçek karara itiraz edecekmiş fakat bir şey değişeceğini sanmıyorum.

*Devler Ligi,Acun'un son bombası olarak gözüküyor.Van Hooijdonk,Pascal Nouma,Sergen ve Bolic gibi isimleri yeniden izleyebilmek kaçırılmaz bir fırsat.Önümüzdeki hafta başlıyormuş.Bakalım nasıl bir program olacak...

5 Eki 2009

Galatasaray ve Kriz Yönetimi


Bursa,Eskişehir,Antalya,Hacettepe,Sivas...Bunlar,Galatasaray'ın 2008-2009 sezonunda deplamanda kaybettiği puanların sahibi takımlar.Hafızamızı biraz zorlarsak bu maçların hepsinin aslında "normal" maçlar olmadığını hatırlayabiliriz.O zaman Bursa'da oynayan Yusuf'un Galatasaray savunmasını dağıttığı ve Galatasaray'ın hiç bir varlık gösteremeden sahadan 2-0 yenik ayrıldığı Bursa maçı,Yusuf'un yerini Youla'nın almasıyla oluşan 4-2'lik Eskişehir mağlubiyeti,Antalya'da pozisyona giremeden biten 1-0'lık maç,lig sonuncusu Hacettepe'ye karşı alınan 1-0'lık mağlubiyet ve Türkiye Kupası maçlarıyla da çakışan olaylı Sivas deplasmanından çıkan sonuç:2-0.Bu tablo sadece geçen sezona ait.Bundan öncesi içinde Galatasaray'ın deplasmanda özellikle yenik duruma düştükten sonra iyice etkisiz kaldığını görüyoruz.Hatta çok daha kötü skorlarıda hatırlıyoruz(5-0'lık Bursa mağlubiyeti gibi).

Bu durumu krizi iyi yönetememek olarak değerlendiriyorum.Deplasmanda baskıyla karşılaştığı zaman eli kolu bağlanan bir Galatasaray'ı kimse yadırgamıyordur eminim.Çünkü dediğim gibi bu tablo pek de yabancı değil Galatasaraylılara.İşin ilginç yanı bu fobinin kuşaktan kuşağa aktarılması.5-6 sene öncesinin Galatasaray'ı da bir deplasmanda 60.dakikada yenik duruma düşmüşse tüm takım farklı bir hale bürünürdü.Hasan Şaş ve Sabri karşı takımın oyuncularıyla ya da en iyi ihtimalle hakemle tartışır,Ümit Karan atılan topları beğenmez,kafasına atıldıysa ayağına,ayağına atıldıysa kafasına beklediğini işaret eder,Emre Aşık çok büyük ihtimalle kırmızı kart görür ve Hakan Şükür oyuna küserdi...Söylediklerimin hepsi yaşanmıştır ve bu sorun bugünün Galatasaray'ında hala devam etmektedir.

Dünkü Ankaragücü maçına dönersek,baskı halinde telaşlanan,hata yapan,atağa çıkamayan,oyun kuramayan Galatasaray deplasman fobisinin yansımalarını Mustafa Sarp'ın sorumluluk almaktan kaçınması üzerine yaptığı yan toplarda,Uğur'un korkak futbolunda,Arda'nın sürekli birileriyle tartışma halinde olmasında ve Elano'nun sahadan adeta silinmesinde görebiliriz.Bu anlamda hiç bir yararı olmasa dahi bir şeyler yapmak uğruna hücuma giden Servet,sürekli dikine oynamaya çalışan Ayhan ve skor,durum ne olursa olsun topla oynamayı seven Baros'un çabalarını takdir etmek gerek.

Sonuç olarak Galatasaray'ın Ankaragücü mağlubiyetinin gökten zembille inmediği,bu maçında Galatasaray sıkıntılı dönemlerindeki herhangi bir deplasman maçı gibi sıkıntılı geçeceği bilinen bir gerçek olmalıydı.Bu yüzden çeşitli önlemler alınması gerekiyordu.Örneğin rakibin basmasına karşı geriye yaslanmamak,oyundan kopmamak için Barış bu maç için düşünülebilirdi.Bir de Mustafa Denizli'nin de sıkı takipçisi olduğu sistem fetişizmi mevzusu var.Rijkaard'da da bundan izler görebiliyoruz.Sistem uğruna çift forvete dönmemek,Mustafa-Mehmet ikilisinin değişimindeki ısrar(bu oyuncuların birbirine yakın olduğunu söyleyebiliriz) ve o bölgedeki yapıyı bozmamak adına Barış'ın düşünülmemesi gibi kararların sonunda ortaya çıkan sonuç Galatasaray'ın kriz durumlarındaki çaresizliğini ve futbolda da olsa hiç bir fikre koşulsuzca bağlanamayacağımızı gösteriyor.