31 May 2010

Gitme Kal


Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir

Gözyaşlarını aklına getir
"GİTME KAL" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir

Gitme aklına getir


Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı

Dağların kuytusunda bir uslu çiçek

Dağıtır mavisini kendi kendine

Gitme beraberlik içinde

Nasıl sevinirdik aklına getir


Her şeyi her şeyi aklına getir

Gece yarılarını aklına getir

Söylediklerini aklına getir

Sinsi yağmurlar yağıyordu

Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir

Güllerin sevincini aklına getir


Ne çok severdik seni aklına getir




ARİF DAMAR

29 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #2 Roy Hodgson


Sezonun bitiminde Ferguson "Hodgson bu sezon yaptıklarıyla Premier Lig'in en iyi hocalarından biri olmayı başarmıştır..." diye hükmünü verdikten sonra Hodgson'un geldiği nokta hakkında daha fazla söz etmeye gerek yok aslında. Son dönemde Fulham hikayeleri de sıkça yer buldu çeşitli mecralarda. Öyleyse biz dikkatimizi çeken bir kaç tespiti yapıp Hodgson'un başarısını kendimizce taçlandırmakla yetinelim.

Hodgson, Fulham'ın League One'dan Premier Lig'e uzanan sürecinde Jean Tigana'dan sonra en çok emeği bulunan ikinci teknik adam. 1976'da Halmstad'da başladığı "Kuzey" turunu 2007'de Finlandiya milli takımıyla sonlandırdı ve bu sırada görev aldığı hemen her takımla çok ciddi başarılara ulaştı. Yumuşak karnı Premier Lig tecrübesizliği idi. 1997'de iki sezon önce lig şampiyonluğuna ulaşmış Rovers'in başına geçti. Çok iyi hamlelerle kotardığı ilk sezonun ardından, ikinci sezonun sonunu dahi getiremeden İngiltere'yi terketti. 2007'de Fulham'ın başına geçene kadar elinde bulundurduğu tek Premier Lig hatırası buydu Hodgson'un. Fakat Kuzey'de oldukça "pişmişti" ve 2007 Aralık'ında ligin diplerine demir atmış Fulham'ı çalıştırmayı kabul ettiğinde, aslında "kumara" değil farklı ülkelerde elde ettiği tecrübe ve birikimleri nihayet yansıtabilmeye meraklı olduğunu henüz kimse bilmiyordu, tahmin edemiyordu.

Sonuç olarak 2008-2009 sezonunu 7. bitiren, ertesi sezon yer aldıklar Avrupa Ligi'nde finale kadar yükselen, 14-15 oyuncunun içinde bulunduğu dar bir rotasyon sistemiyle Premier Lig'de var olmayı başarabilen, geleneksel İngiliz futbolunu çağdaş motiflerle süsleyen bir takım yaratmış bulunuyordu Hodgson. Takımı bu sezon ligi 12. bitirdi ama ardında o kadar anlamlı şeyler bıraktı ki, bunların her biri tek başına Hodgson'u Ada'da sezonun en iyi teknik adamlarından biri yapmaya yetti. Kişilikli futbol anlayışının yanı sıra, sezon içindeki Smalling-Drogba eşleşmesinde 18'lik genç stopere güvenebilmesi, Zamora ve arkasında gezdirdiği Gera'nın üst düzey bir sezon geçirmelerini sağlayarak bu iki isme futbolculuklarının altın çağını yaşatması, Hodgson'un en önemli eserleri olarak zihinlerdeki yerini alırken, Avrupa Ligi'nde Shakhtar başta olmak üzere, Juventus,Wolfsburg ve Hamburg gibi favorileri eleyerek ulaştığı final, futbol var olduğu sürece "diğerleri"nin de iddiası olduğunu anlatması sebebiyle, onu tarihin en "hevesli" sayfalarına kaydediyordu.

22 May 2010

Metin Çulhaoğlu: "Bir Bakıma İyi Oldu" Kısım 2

Genel olarak Türkiye solu söz konusu olduğunda “çocukluk döneminden” söz etmek tuhaf gelebilir.
Öyle ya, solun kaç yıllık tarihi, bunca deneyimi vardır; hâlâ mı “çocukluk dönemi”?
Gerçekten de sol, çocukluk dönemini tarihsel olarak geride bırakmıştır; ama içinde hâlâ bir çocuk vardır ve solun içindeki bu çocuk kimi özel durumlarda başını dışarıya uzatmakta, kendini göstermektedir.
Türkiye solunda çocukluk daha çok boş beklentilerle, hiç de sevimli denemeyecek saflıklarla nüksetmektedir. Örneğin:
Öyle biri çıksın ki, sivil toplum kuruluşlarından aldığı pasla önce “demokratikleşme” alanında dripling yapsın, Kürt sorununun çözümünü engelleyenlerin sağından atıp solundan geçsin, demokratik güçlerle verkaça girdikten sonra asker vesayetine bir bacak arası çeksin, kademeye giren Ergenekoncuları seri çalımlarla geçip düzeni tek ayak üzerinde yakaladığında köşeye plasesini yapsın…
İşte o an tribünlerde oturmayı itiyat haline getiren “solcular” harekete geçecek, maçı televizyondan izleyen emekçiler mest olacak, zor beğenen orta sınıf aydınlarla akademisyenler “tamam, şimdi oldu” diyecek, medya ekranlarını bu kahramana açmak zorunda kalacak, Türkiye’nin çehresi değişecek ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”…
Oysa Türkiye solu bu dönemde siyaset Maradonaları, Messileri aramadan, ama bunlar yok diye Alexlere, Ardalara ve benzeri başkalarına da fit olmadan kolektif “oynamak”, böyle hareket etmek zorundadır.
Seçkin, sürükleyici ve yaratıcı lider mi?
Elbette olabilir. Ama aranmaz. Böylesi varsa zaten ortaya çıkar, kendini gösterir ve kabul ettirir. İlle de tutup birine ihale etmenin anlamı yoktur.
Olursa, çıkışının özel bir dönemi, konjonktürü de olmayacaktır. Kalburüstü lider, emekleme döneminde de, bozgun sonrası toparlanma çabalarında da, yükseliş evresinde de, iktidar uğrağında da ortaya çıkabilir.
Ama hiç çıkmayabilir de.
Bir kolektif, kendi “starı” olmadan da başarıya ulaşabilir.
Bursaspor’un şampiyonluğu, bunun olabilirliğini gösterdiği için, bir “vakayı hayriye” sayılmasa bile olumlu bir gelişmedir.

Metin Çulhaoğlu: "Bir Bakıma İyi Oldu" Kısım 1

Bursaspor'un şampiyonluğu üzerine yeri geldikçe konuşmaya devam ederiz. "Devrim" mi, değil mi ? tartışmalarının ötesinde, Bursa'nın şampiyonluğu hakkındaki en önemli sözleri Metin Çulhaoğlu Birgün Gazetesi'ndeki köşesinde söylemiş. Sözü uzatmadan Çulhaoğlu'na bırakalım ve Bursa'nın şampiyonluğu neden "iyi" olmuş bir bakalım. Yazıyı, okunabilirliği açısından iki kısım halinde koyacağım.


*****

Bursaspor’un şampiyonluğu bir bakıma iyi olmuştur.
Takımın teknik direktörü Ertuğrul Sağlam’ın siyasal eğilimlerinden, taraftarının Diyarbakırspor maçında sergilediği tutumdan, olur olmaz çalınan mehter marşından ve başka şeylerden hazzetmeyenler vardır elbette.
Ben de bunlardan biriyim.
Ancak, Bursaspor’un şampiyonluğu bir bakıma iyi olmuştur.
“Kodu mu oturtan” Genelkurmay Başkanlarına, bir yazısıyla kanaat değiştirten köşe yazarlarına, kişisel karizmasıyla “solu toparlayacak” liderlere, tek başına bilmem kaç sol parti ettiği söylenen zatı muhteremlere meraklı bir toplumda Bursaspor’un şampiyonluğu bir bakıma iyi olmuştur.
Hadi, bulun bakalım Bursaspor’u “tek başına” sırtlayan bir futbolcu!
Başka bir takım olsaydı, “şampiyonlukta bireyin rolü” edebiyatı olanca hamasetiyle üzerimize çökecekti.
Örneğin Fenerbahçe şampiyon olsaydı, Alex baş tacı edilip “kaptan gemisini gene kurtardı” denecekti.
Galatasaray olsaydı, başarı özellikle ilk yarıdan hareketle Milan Baros’a “indirgenecekti”.
Beşiktaş olsaydı, Bobo’nun fırsatçılığına övgüler düzülecek, bir de Rüştü için “yıllanmış şarap” göndermeli övgüler devreye girecekti.
Peki, Bursaspor için ne denecek? Başarı kime, hangi futbolcuya “indirgenecek”?
Bulgar panteri İvankov? Kanat bindirmesi ustası ve asist kralı Ali Tandoğan? Galatasaray/Beşiktaş eskisi Ömer Erdoğan’la Zapo? Takımın vasat sol beki Mustafa Keçeli? Balkan Marksist’i Ergiç ile Trabzon küskünü Hüseyin? Bu sezon takımın iki kanadına patlama yaptırtan Volkan ile Ozan? Helin Avşar motivasyonlu Sercan Yıldırım?
Bursaspor’un başarısını bu oyunculardan herhangi biriyle açıklamak, şampiyonluk için “en başta onun eseri” demek mümkün mü?
İşte, bu bakımdan iyi olmuştur.
Bursaspor, en azından, futbolun kolektif oynanan bir oyun olduğunu, kolektif zor’un “starlara” veya tek kişilik ordulara üstün gelebileceğini göstermiştir. Bir de şunu: Maradona gibisini, Messi’yi ve böylelerini getirebiliyorsan tamam, işi “star sistemiyle” götür. Yok, getiremiyorsan, paran yetmiyorsa veya adam gelmiyorsa, o zaman otur oturduğun yerde ve “futbol kolektif bir oyundur” basit ilkesine razı ol...
Tutup Alex’i, Elano’yu, Tabata’yı fazlaca cilalayıp sonunda şapa oturma.
• • •
12-13 yaşlarındaki çocukları futbol oynarken hiç izlediniz mi?
İzlerseniz, bir durum dikkatinizi çekecektir. Futbol oynayan çocukların büyük çoğunluğu, çalım atma, önündekileri birer birer geçip rakip kaleye gitme hevesindedir. “Akıllı” oynamak, kendini helak etmeden topu en elverişli durumdaki takım arkadaşına atmak, kafayı kaldırıp kim nerede bakmak, geridekilerin yardımına gitmek, çocuklarda nadiren görülen durumlardır. Bu nedenle, futboldan anlayan altyapıcılar çocukları izlediklerinde “çalım ustası” olanlardan çok, akıllı oynayanları gözlerine kestirirler.
Çocuk yaştakiler arasında çalımcı sürü sepet bulunur; ama aklıyla oynayan (yaş gereği) istisnaidir ve ilerde iyi futbolcu olabilecek hamurdandır.

20 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #3 Carlo Ancelotti




Takımına 5 sezon sonra çifte kupa kazandıran bir teknik adam bu listenin de liderliğini hak etmez mi? Amacımız, şampiyonlara biraz daha gerilerde yer vermek ve deyim yerindeyse çifte kupadan görece daha zor hedefleri gerçekleştirenleri listenin tepesine taşımak. Yani, Ancelotti bu sezon şüphesiz çok önemli işler başarmıştır ama "seçim sistemi"nin aleyhine işlemesi sonucu, kendisine 3. sırada yer bulmuştur.

Ancelotti nasıl bir teknik adamdır? Bu sezon hangi doğrularla Chelsea'yi çifte kupaya taşımıştır? Sezonun en iyi teknik direktörleri serisi, bir anlamda ödül töreni konseptinde olduğu için uzun uzun taktiksel incelemelere girip, başarının nasıl geldiğini detaylandırırken, niyetimizden sapmak istemiyoruz. Hem zaten bu işi Fever Pitch Blog'dan Can gayet güzel yapmış. İsteyen şuradan okuyabilir, okumalıdır.

Bize göre, Ancelotti'nin temel başarısı 4-3-1-2 veya 4-3-2-1, hangi dizilişi benimserse benimsesin, bunu, deforme, asimetrik kısacası dağınık bir şekilde yansıtmasıdır. Bir yandan dizilişlerde bu açık fikirli yaklaşımını sürdürürken, oyuncu seçimlerinde de, Drogba'nın formu iyi olduğunda Anelka ne kadar nazlanırsa nazlansın, Anelka'yı, aynı şekilde Fransız'ın formu iyi olduğunda da Fildişi'li golcüyü yanında bekletebilecek kadar kuralcı davranabilmesi, takım içi rekabet dengesini de takımın lehine döndürerek, bir anlamda sistemin "tıkır-tıkır" işlemesine vesile olmuştur. Öyle ki, Ballack'tan Belletti'ye, Belletti'den Deco'ya tüm oyuncuları yeniden kazandı Ancelotti. Joe Cole hariç. 7'şer, 8'er gollü galibiyetlerine hiç girmeyeceğim, rekor gollü şampiyonluğa değinmeyeceğim. Zira hepsi, bu sistemin tam anlamıyla oturtulması doğrultusunda vuku bulmuşlardır. Dehasına, Obi Mikel, Ivanovic, Ballack ve Anelka'nın üstünde bir kez daha şahit olduğumuz Carlo, futbola hocası Sacchi'den aldıklarından fazlasını bırakacak gibi görünüyor.

Son olarak; Stanford Bridge'deki şampiyonluk kutlamalarında "Come on Chelsea" diye bağırmaktan çekinmeyen performansı ile Carlo "gönlümün listeleri" dışında tüm listelerde birinciliği alabilir, alacaktır.

19 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #4 Alex McLeish


Sırada listenin son ismi Owen Coyle'den farklı bir profile sahip olan Alex McLeish var. "Big Eck" i Coyle'den ayıran en önemli fark, sahip olduğu oyunculuk kariyeri ve daha önce Rangers, Hibernian gibi İskoçya'nın kalburüstü takımlarını çalıştırmış olması. Oyunculuğu döneminde stoper olarak göre yapan McLeish, 77 kez İskoçya Milli Takımı'nın formasını giymiş, 11 sene aralıksız sürdürdüğü Aberdeen kariyerinde de tam 493 maça çıkmış. Yani McLeish işin mutfağından geliyor diyebiliriz.

Bu bilgilerden sonra, McLeish'in sezon sonu bu listede olmasını sağlayan hamlelerine bakalım:

"Big Eck"in Aberdeen'de oynadığı dönemlerde, Aberdeen'in hocalığını Alex Ferguson yapıyor ve kulüp Celtic ile Rangers'in ardından bir İskoç kulübün kazandığı en yüksek başarıya imza atıp 1982-83 sezonunu Kupa Galipleri Kupası şampiyonu olarak tamamlıyordu. Şahsi fikrim, tüm İskoç teknik adamların Ferguson'u model olarak aldıkları yönündedir. Bunun yanında, McLeish bir zamanlar öğrencisi olduğu Fergie'den çok daha fazla etkilenmiştir diye düşünüyorum. Bu gerçeğin, yıllar sonra, 2009-10 sezonunda McLeish Premier Lig'de Birmingham'ın hocalığını yaparken iyiden iyiye açığa çıktığını görüyorum. "Big Eck" de aynı Ferguson gibi oyunun kontrolünün sürekli olarak -rakip kim olursa olsun- onun elinde olmasını istiyor, aksi takdirde morali bozuluyor ve takımı çoğu zaman çaresiz bir hale dönüşüyor. Topun sürekli kendinde olmasını isteyen, kendinde olmadığı zamanlarda da, dizilişi ve aldığı pozisyonla rakibin etki alanını kısıtlayan oyun yapısıyla, rakibinin deyim yerindeyse elini kolunu bağlıyor.

McLeish kurduğu sistemi ve ilk 11'ini bir sezon boyunca neredeyse hiç bozmadı. Yönetimi altında, eski Leeds efsanesi Bowyer yeniden parladı, Scott Dann sezonun en iyi defansları arasında anıldı. Takım, 24 Ekim 2009'da evinde Sunderland'i 2-1 yenerek başlattığı yenilmezlik serisini tam 12 maç sürdürdü ve bu süre içerisinde ilk 6'nın içinde yer almayı başardı. Bu periyodun ardından, ligin sonuna kadar bocalasa da artık ligin "üst-orta" sıralarının takımı olduğunu göstermişti.

Ligi 9. olarak tamamlayan Birmingham ayrıca, Fulham hariç, altındaki tüm takımlardan daha az gol yiyerek ligi bitirdiği noktanın tesadüf olmadığını gösterdi. McLeish'in oyuncuları, oyuncuların da McLeish'i parlattığı bir sezon oldu onlar için 2009-10 sezonu. 12 maçlık yenilmezlik serisi, oluşturduğu istikrarlı kadro ve savunma anlayışı onu sezonun -bizce- en iyi 4. hocası yapan etkenlerin başında geliyor.

18 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #5 Owen Coyle


Her sezon bitiminde bu tip listelemeler yapılır. İlgilendiğimiz, gündemimizi meşgul eden hemen her ülkenin en üst liglerinde şampiyonlar belli oldu. Ancak, amacımız salt şampiyonların onurlandırıldığı hakim yayınların aksine, sahip olduğu imkanlar çerçevesinde en az şampiyonlar kadar önemli işler yapan hocaları da gündeme getirmek, onlara teşekkür etmektir. Futbol, diğer sporlara nazaran favorilerin en çok zorlandığı, fakat son kertede, yine de favorilerin "avantajlı" olduğu bir oyun. Bu açıdan bakıldığında, Ertuğrul Sağlam'ın şampiyonluğu, Harry Redknapp'ın -çok iyi bir kadroya sahip olsa da- Tottenham'ı ilk dörde sokabilmesi ya da Roy Hodgson'un Fulham'ının Avrupa Ligi'nde final oynayabilmesi çok daha anlamlı "detay"lardır. Bize düşen görev ise, onların bir sonraki senenin "detay"ı yapacak hakim futbol anlayışından, favorilerden olabildiğince uzak durmaktır.

Sözü uzatmadan, Premier Lig'in bu sezon için en iyi 5 performansını sergileyen teknik adamlardan -bizce- 5.'si olan Owen Coyle'ye geçelim:

Owen Coyle : Listenin en genç ismi Coyle henüz 44 yaşında. Futbol kariyeri boyunca Dundee United, Motherwell, Dunfermline United ve Falkirk gibi İskoçya'nın vasat ekiplerinde forma giyen İskoç-İrlanda asıllı teknik adam, günümüzde yükselen "sönük futbolculuk geçmişi"ne sahip fakat dersini iyi çalışan teknik adamlar akımının en önemli temsilcilerinden. Burnley efsanesinin kurucusu olan Coyle, 2007'de yönetmeye başladığı Lancashire ekibini 2009-2010 sezonunda Premier Lig'e çıkartmayı başardı ve Ocak ayına kadar herkesin takdirini toplayan bir takım haline getirdi. Coyle'nin, Burnley'i bıraktığı 2010 Ocak'ında The Clarets ligde 14. sırada yer alırken, Coyle'den sonra, 5 aylık periyotta takım yalnızca 3 galibiyet alabildi ve 18. olarak ligden düşmekten kurtulamadı. Burnley'den sonra Bolton'da izlediğimiz teknik adam, Bolton'la çıktığı ilk 4 maçında mağlubiyet almayarak önce kulübü düşme hattının üzerinde tutmayı başardı, ardından, lig sonuna kadar aldığı 6 galibiyetle gelecek sezon ne kadar önemli işler yapabileceğini göstermiş oldu.

Bitirirken Coyle'nin bu sezon imza attığı iki önemli başarıyı bir kaç cümle ile özetlemeye çalışalım:

1- Bolton Wanderers'in bu sezon ligde kalmak içi topladığı toplam 39 puanın 25'inde Owen Coyle'nin imzası var. Ocak ayında göreve başlayan teknik adam, Bolton'da sezon sonuna kadar 24 maçta görev yapmış ve bu 24 maçtan 25 puan çıkarabilmiş. Bu performans ilerde Coyle'nin adını daha çok anacağımızın göstergesi gibi.

2- 2009-2010 sezonunda, Burnley 33 yıl sonra tekrar İngiltere'nin en üst düzey liginde mücadele etmeye hak kazanırken takımın başında Owen Coyle vardı ve ligin henüz 2. haftasında Turf Moor'da Manchester United'i mağlup eden Burnley'in 33 yıl sonra aldığı ilk "büyük" galibiyete de önderlik ediyordu. Maçı canlı olarak izlemiştim ve şunu söyleyebilirim ki, Burnley o gün United'ı Turf Moor'un çimlerine gömmüştü.

16 May 2010

"Lyon-Bursa Benzerliği ve Bursa'nın Şampiyonluk İhtimali" ... ve Bursa Şampiyon


Sözü fazla uzatmayacağım.4 Mart 2010 tarihinde bu yazıyı sevgili Oğuz'un bloguna(hala bilmeyenler varsa: mutlakgolpozisyonu.blogspot.com) yazmıştım.Onları Diyarbakırspor'a yaptıklarından dolayı hiç affetmeyeceğim.Ayrıca,Diyarbakır'daki rövanş mücadelesinde Ali Tandoğan ve Ivankov bence provokatif davranarak olayların bu derecede yaşanmasının baş sorumluları olmuşlardır fakat iyi şeyler de oldu Bursa'da bu sezon.Öncelikle,Trabzon'dan sonra ilk defa şampiyonluk denen o büyüye inanmış bir şehir gördük.Volkan Şen'i,Ozan İpek'i tanıdık,içimizden birinin de bu işi "kotarabileceğini" öğrendik ve en önemlisi Ivan Ergic gibi "özel" bir futbolcuyu şampiyonluk madalyasıyla izleyebildik.Değerli kelimelerin çok sık kullanıldıkları vakit anlamlarını yitirdiklerini düşünürüm o yüzden kullanırken çekiniyorum fakat sanırım Bursa'nın şampiyonluğu Türkiye Futbol Tarihi'nde bir devrimdir.

Bursa'nın şampiyon olabileceğine inanarak yazmıştım...

****

1600'lü yıllarda Lyon'un nüfusu ne kadardı bilmiyorum ama,o zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları içerisinde en büyük ikinci şehir olan Bursa'nın nüfusu yaklaşık 150.000 kadardı.Bu nüfusun neredeyse 1/3'ünün Ermenilerden oluştuğunu da belirtelim.Ayrıca,Avrupa'da Sanayii Devrimi öncesine kadar İstanbul'un 1 milyonluk nüfusuyla Londra(200.000) ve Paris(400.000) gibi önemli metropolleri geride bıraktığını,bir anlamda da şehir hayatı,ticaret,finans gibi alanlarda bu şehirlerden daha önemli bir merkez olduğunu anlayabiliriz.Bizler her ne kadar genelde İstanbul'un tahtını Londra veya Paris'e kaptırışıyla ilgilensek de,bu yazının konusu Bursa'nın bir anlamda tahtını Lyon'a kaptırmasına ilgili olacaktır.

Öncelikle,Bursa'yı Lyon ile kıyaslarken hiç bir demografik ya da sosyo-kültürel benzerlikten yola çıkmadığımı belirtmeliyim.Ancak,her iki şehrin de çok dikkat çekici benzerliklerinin olduğunu söylemek gerekir.Mesela,sadece Türkiye'de değil tüm dünyada tekstilde adını duyurmuş bir şehir Bursa.Aynen ipek dokumalarıyla ünlü Lyon gibi...Her iki şehrin yer altı kaynaklarının taşıdığı önemi de belirtmeye gerek yok bile.Bunların dışında,İskender'iyle ünlü Bursa'nın yanı sıra Lyon'un Avrupa'nın Gastronomi başkenti olduğu gerçeği de önemli bir benzelik olarak duruyor...


Çeşitli benzerliklerden sonra futbola geçelim;genel olarak Avrupa ile Türk futbol yapısını karşılaştırırken ilk akla gelen örnek,coğrafyaların profesyonel futbola geçiş süreleri arasındaki neredeyse 100 yıllık farktır.Ancak Lyon bu açıdan türdeşlerinden farklı.Aslında onlar da,Avrupa'nın önemli şehirlerinin çoğu futbol takımı gibi 1900'lü yılların başında kurulmuş(1909).Fakat,kulüp ilk yıllarında daha çok,çeşitli dallarda faaliyet gösteren bir amatör kulüp görünümündeymiş.Nihayet,1950'ye gelindiğinde,kulübün rugby kısmıyla futbol kısmı arasında yaşanan ayrılıktan sonra,bildiğimiz Olimpique Lyonnais kurulmuş.Bu tarih,Lyon'un Alman işgalinden kurtuluşunun(1945) hemen arkasından gelmesi açısından ayrıca ilginçtir.Neyse,1950'de profesyonel anlamda Fransız liglerinde yer almaya başlayan Lyon ilk önemli başarısını 14 yıl sonra 1964'te Fransa Kupası'nı alarak gerçekleştirdi.Yine de,bugün bildiğimiz,Avrupa'nın önemli kulüplerinden biri olan Lyon'un yükseliş serüveninin,1989'da bugün Fransız Milli Takımı'nın başında olan Raynold Domenech ile birlikte başladığını söyleyebiliriz.Ardından,1997'de İntertoto Kupası sayesinde Avrupa Kupaları'nda boy gösterebildi,2001/2002 sezonunda ise beklenen ilk gerçekleşti ve Lyon Ligue 1'i birincilikle bitirdi.Ve bu öyle bir başarıydı ki o sezonla birlikte 7 sene üst üste şampiyon oldu Lyon.Profesyonel anlamda 1950'de kurulmuş bir kulüp,kırk yıllık bir süreçte olgunlaşma evresini geçirmiş ve atağa geçmiş ardından da 2002'de
ilk lig şampiyonluğunu yaşamış...Bu satırlar Lyon için yazılmış olsa da ister istemez akıla Bursaspor'u getiriyor...

Bursaspor da Anadolu'daki çoğu kulüp gibi 1960'lı yıllarda kurulmuş(1963)(gerçi profesyonel anlamda ligimizin 1958'de kurulduğunu düşündüğümüzde bu tarih pek de geç sayılmayacaktır).Bugün ise Bursaspor ligde bir maçı eksik durumda,liderin 4 puan gerisinde ikinci konumunda.Yani,Galatasaray şampiyonluğa ne kadar yakınsa Bursaspor da o kadar yakın.Şehrin futbola olan olağanüstü ilgisi,Türkiye'nin 4. büyük şehri olması sebebiyle sahip olduğu yüksek potansiyel gibi sebepler de aynı Lyon örneğinde olduğu gibi,40-50 yıllık bir olgunlaşma sürecinin Bursaspor için nihayet sona erebileceğini,yani şampiyon olabileceklerini gösteriyor.Tabii,tüm bu pembe tabloyu çizerken,İstanbul kulüpleri ile Anadolu kulüpleri arasındaki farkın(her anlamda) Fransa'daki herhangi iki takım arasındaki farkla kıyaslanamayacak kadar büyük olduğu gerçeğini unutmamak gerekir.Yine de,Fransa'da Lyon şampiyon olabildiyse,Türkiye'de de Bursa şampiyon olabilir.Ve eğer olacaksa,o sene bu senedir.

Büyümenin Türkçe Tarihi --- Murathan Mungan


"Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür.Çoğu kez edebiyat,hayattan daha çabuk büyütür.Yaşama ilişkin birçok şeyi,kendi deneyimlemenize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz...Edebiyat bizi yalnızca dış dünyaya ve hayata ilişkin bilgilerle değil,aynı zamanda kendi içimizle,kendi duygularımızla da tanıştırır.Edebiyat aynı zamanda bir büyüme sanatıdır;bizi,biz yapar.İleriki yıllarda da her yaşın büyümelerini,algılamalarını,kavramalarını,edebiyat üzerinden izlemeyi,kavramayı sürdürürüz."

Murathan Mungan seçkisini böyle anlatmış,kitabın arka kapağında.Gerçekten,küçüklüğünüzde hasbelkader tanıklık ettiğiniz herhangi bir olay bir anda sizi birkaç yaş birden büyütebilir ya da ömrünüzün sonuna kadar zihninizi terketmeyebilir.Bu tanıklığın edebiyat aracılığıyla gerçekleştiğini düşündüğümüzde ise karşımıza henüz küçüklüğümüzde okuduğumuz öyküler,hikayeler çıkar.Söz gelimi,benim çocukluğumda,bana göre "uzak İstanbul"a dair ilk izlenimim,-kitapta da yer alan- Orhan Kemal'in "Çikolata"sı ile oluşmuştu.Üstünden yüz yıl geçse hala unutamam Sarıyer'deki,Emirgan'daki keten helvalarını...Tabii,yine "Çikolata"'nın sonunda,ilk kez bu denli yoğun yaşanışına tanıklık ettiğim yoksulluğa,steril bir apartman penceresinden bakmak da çok uzun yıllar etkisi altına almıştır beni.

İşte bu seçki,çocukluğunuzda okuduğunuz ve belki de farkına varmadan büyümenizde,gelişmenizde çok önemli yer tutan öykülerin bir araya getirildiği bir çalışma.Tabii ki Murathan Mungan'ın bakışı ile.Yalnız,Mungan'ın öyküleri bir araya getirirken şahsi zevklerinden çok,yazın hayatımıza damga vurmuş öykü ve öykücüleri de çalışmaya katması kitabı bir nevi "best of" haline getiriyor.Her öykünün öncesinde,daha önce soz konusu öyküden çokça etkilenmiş günümüz yazarlarının rehberliği de okuyacağımız öykülerin tesir gücünü kavrayabilmemize yardımcı oluyor.

Refik Halit Karay,Sait Faik(2 öyküsüyle yar alıyor),Orhan Kemal,Ömer Seyfettin,İlhan Tarus,Sabahattin Ali(2 öyküsüyle yer alıyor),Vüs'at O.Bener,Osman Şahin,Cihat Burak ve Oğuz Atay'ın öykülerine Füsun Akatlı,Cemil Kavukçu,Ayfer Tunç,Fatih Özgüven,Sema Kaygusuz,Necati Güngör,Sırma Köksal,Hasan Ali Toptaş,Selim İleri,Faruk Duman,Jaklin Çelik ve Nurdan Gürbilek gibi önemli kalemler rehberlik ediyor ve yeniden öykü okumayı başlı başına bir serüven haline getiriyorlar.Herbiri bir birinden değerli öyküler ve öykü öncesi yazıları arasında ise tavsiyelerim Hasan Ali Toptaş'ın Pamukkale'nin tepesinden Denizli'nin ovalarına doğru bakarken hatırladığı Osman Şahin'in "Beyaz Öküz"ü,Cemil Kavukçu'nun çocukluğunda İstanbul'u düşlemesine yardım eden Sait Faik'in "Bir Bahçe"si ve Sırma Köksal'ın "Boğaza Takılan Düğüm" olarak nitelediği Vüs'at O.Bener'in "Havva"sı...

15 May 2010

FA Cup 2010 : Chelsea



19. yy'ın sonlarından beri düzenlenen bir kupa FA Cup.Yani Türkiye'nin profesyonel lig sistemine geçmesinden tam 1 asır öncesi.Bence iki ülke arasındaki farklılıkları gösterirken,ülkemiz futbolunun gelişmişlik düzeyini ya da oyuncularımızın profesyonelliğini eleştirirken söz konusu 1 asırlık gecikmeyi göz ardı etmememiz gerekir.Aslında,Michael Brown yeşil sahalara ilk ayak bastığı günden beri "provakatif" bir futbol oynuyor.Ya da Boateng'in yaradılış itibariyle "keskin sirke" misali bir yetenek olduğundan bahsedebiliriz.Yani ülkemizde ne varsa orada da aşağı yukarı aynıları var.Peki o zaman arada ne fark var?FA Cup özelinde,çok ciddi bir örgütlenme ve planlama eksikliği olduğunu düşünüyorum Türkiye'de.Yoksa oyuncuları,olayları kıyaslayarak hiç bir sonuca varamayız.Yukarıdaki isimler gibi,profesyonel futbolcular,eğer çok ciddi hassasiyetler taşımıyorlarsa,ne pahasına olursa olsun kazanmak isterler.Ama onların taşkınlıklarını törpüleyebilecek bir planlama,bu kazanma hırsını sadece sahanın içinde tutabilir ve oyunun kendisinin gelişmesine yönelik bir araç olarak kullanılabilinir.Kısacası,ülkemiz futbolunun temel probleminin "yönetenler" sınıfının bizzat kendisi olduğunu düşünüyorum.


Gelelim finale,bu sezon Murat Kosova hiç FA Cup maçı anlattı mı bilmiyorum.Fakat,maçın seyir zevkini en azından bir kademe daha yükselttiği açık.Sahadaki futbol da onun heyecanlanmasına yetecek düzeyde olduğundan,bugün,Wembley hakkındaki soru işaretleri dışında,bir finalin büyüklüğünü yaşatan her şey vardı diyebiliriz.Tabii,önemli mücadelelerin,finallerin sahip olması gerektiğine inanılan zıtlıklara dayalı bir rekabet ortamı da mevcuttu final öncesi.Kayyuma devredilmiş,puanları silinmiş,haftalar öncesinden bir alt lige düşmesi kesinleşmiş,oyuncularına paralarını ödeyemeyen fakat buna rağmen onurlu,arzulu bir futbol oynayarak FA Cup'ta finale kadar yükselmeyi başarmış bir Portsmouth ve bunun tam zıddı konumundaki,rahat mali yapısı,dünyaca ünlü futbolcularıyla dikkat çeken Premier Lig şampiyonu Chelsea...Yani kısaca "yoksul" Pompey'e karşı "zengin" Blues'lerin mücadelesi.Dolayısıyla,Chelsea daha bir hafta önce ligin son maçında,Wigan'a 8 gol atmış olsa da bu maçın Mavililer'in ilk yarıda atacakları seri gollerle erkenden bitirecekleri bir mücadele olmayacağı belliydi.

Sadece bu maça özel değil,tüm sezon boyunca Portsmouth'un iyi savunma yaptığı düşüncesini paylaştım.Bugün de,Chelsea'nin aradığı golü erken bulamamasının tek sebebi direkten dönen 5 top değildi şüphesiz.Yeri gelmişken,savunmasıyla müthiş bir uyum içinde hareket eden James'in de hala eksik olduğunu fakat büyük maçların kalecisi olduğunu söyleyebiliriz.Onun dışında Boateng,O'Hara ve Brown'un Premier Lig'in tüm orta sıra takımlarında rahatlıkla yer bulabileceklerini düşünüyorum.Yani,Chelsea'nin maçı erken koparamaması doğaldı.Fakat,ne kadar geç olursa olsun koparacağı gerçeği de kaçınılmazdı.


Drogba'ya ayrı bir paragraf açmak gerekir.Golcülerin belki de en büyük sorunu,golle buluşamadıkları her dakika sonunda giderek oyundan daha da kopmalarıdır.Drogba'yı olağanüstü vuruş tekniği ve fizik gücü dışında,günümüz forvetlerinden ayıran en önemli farkın bu özelliği olduğunu düşünüyorum.Geçen sezon,Şampiyonlar Ligi'nde kontrolünü kaybedip Ovrebo'ya saldırmıştı fakat maç içinde Ovrebo'ya saldırmadan önce yapması gereken her şeyi yapmıştı.Dolayısıyla attığı gole şaşırmadım,fakat ayağının içiyle topu yukarıdan aşağıya doğru gönderebilmesi takdire şayandı.

Chelsea sene başından beri titizlikle uyguladığı düzeninden bir an olsun kopmadı.Sadece Ballack-Belletti değişiminden sonra birz sendeledi.Yani her zamanki Chelsea idi.Dolayısıyla yenilmesi zor bir Chelsea...Her zaman favori olan bir Chelsea idi.

Portsmouth düşmesi kesinleştikten sonra,sürekli iyi oynadı.Ne var ki,bu motivasyonu düşmeden önce sağlamaları gerekiyordu.Pompey'in sadece bir lat lige düşmeyeceğini,deyim yerindeyse dağılacağını biliyoruz.Şüphesiz,bu kadronun içinden önümüzdeki yıllar isimlerini sıkça duyacağımız oyuncular çıkacaktır (Boateng,Belhadj,Dindane gibi).


Sonuç olarak,asırlık kupa Chelsea'nin oldu,fakat 2010 sayfasında Leeds United,Beckford,Chopra(Chelsea'nin bu sezon FA Cup'da yediği tek golün sahibi),Reading ve tabii ki, Portsmouth gibi bir çok kahraman bıraktı.İlerde,2010 FA Cup hatırlandığında Chelsea'dan daha çok Portsmouth hatırlanacaktır.Ne yazık ki,nostaljik bir tebessümle...

14 May 2010

Ada'da Seçim Sonrası ve Neo Liberalizm


Ada'daki seçimlere şurada kısaca değinmiş ve sağ-sol siyaseti ya da neo liberalizm tartışmalarına pek girmeden,seçimlerin sonucunda İngiltere'nin siyasetinde esas olarak hiç bir şeyin değişmeyeceğini söylemiştik.

Tahmin edilebilir Muhafazakar-Liberal Demokrat koalisyonu Britanya'nın son 65 yılının ilk koalisyonu olması sebebiyle bir hayli ilgi çekici.Ancak 13 yıllık İşçi Partisi iktidarının sona ermesi,Muhafazakarların Thatcher'dan beri ilk kez bu denli güçlü gelmeleri,siyaseten tüm kutuplaşmalardan arınmış bir demokrasi ve krizle sallanan bir Avrupa coğrafyası gerçeklerini topladığımızda,önümüze son 65 yılın ilk koalisyonundan çok daha ilginç bir tablo çıkmaktadır.Bu verilerin oluşturduğu resim şüphesiz ki neo liberalizme çıkmaktadır.Zira,bu satten sonra herhangi bir yerleşim birimi alanı hakkında yapacağımız yorumların tümü neo liberalizmden nasibini almak zorundadır.

Ayşe Çavdar'ın Express'in 1-15 Mayıs tarihli sayısında yer alan "AKP'nin Değişen Gömleği : Yeni Dostlar,Yeni Düşmanlar" adlı makalesinden hareketle,Britanya siyasetine bakmaya çalışalım.Chantal Mouffe'nin,dost-düşman siyasetinin demokrasinin ve ilerlemenin ana lokomotifi olduğu düşüncesi ile hakim inanışın,tek,merkez görüşlü siyasetin insanlık adına daha barışçıl ve yaşanabilir olduğu iddialarını gündeme getiren kimi liberallerin çatışmasına yer veren Çavdar, neo liberalizme değinmiyor,ancak bizim onun yazısından "yeni siyasetin" işleyişine dair öğrendiklerimiz,bu "yeni siyaset" biçiminin aslında neo liberalizmle birlikte ilerlediği fikrine kapılmamıza sebep oluyor.Öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmış,Soğuk Savaş ertesinde ise ivme kazanıp neredeyse hakim ekonomik sistem olarak ülkelerin programlarına yerleşen neo liberal düstur muhakkak ki sağ-sol ayrımının ortadan kalkmasından besleniyor.Zaten,Soğuk Savaş sonrası yaşadığı hızlı yükselişi de "sol"un siyasi arenadan "resmen" çekilmiş olmasına bağlıyoruz.Evet,belki artık dost-düşman anlayışı doğrultusunda bir siyaset kalmamış olabilir fakat salt bu çatışmanın dinmiş olması ve devletin kimi hususlarda kendine atfettiği,kimi hususlarda ise giyinmekten ısrarla kaçındığı kimliklerin ortaya çıkması ne demokrasi,ne de insanlığımız açısından hayırlı sonuçlar doğurmuştur denilebilir.Yani Mouffle'nin de belirttiği gibi,bugün sağ ve sol partilerin programları arasında bir farklılık kalmamış olması ne yazık ki sevindirici bir gelişme değildir,bilakis mevcut neo liberal anlayışı daha da keskinleştiren nafile bir reflekstir.Refleks diyorum,çünkü sol partiler aslında mevcut hegomonyadan pek de uzaklaşmamak adına,Mouflle'nin deyişiyle daha "insancıl" bir neo liberalizme tav olmuşlardır.Bir nevi ciddi bir alternatif sunamadıkları mevcut sisteme ortak olmak amacıyla ani fakat işlevsiz bir refleks göstermişler ve sadece mevcut düzeni payandalamak fırsatına erişmişlerdir.Zaten,böylesi bir düzende soldan azıcık da olsa nasiplenmiş bir partinin payandadan başka bir role sahip olabilmesi mümkün değildir ya neyse.

Gelelim Britanya'daki son seçimlere.Britanya deyince Thatcher'dan bahsetmemek olmuyor tabii.Neo liberalizmin şu meşhur "küçük devlet" anlayışının,vatandaşlara yüklediği kimi sorumluluklar var biliyorsunuz.Devletin kendi alanına çok ufak bir çember çizdiğini düşünün.Bu çemberin içinde,sözüm ona demokrasinin mevcut tüm aygıtlarının yer aldığı(STK'lar,Sendikalar ve benzeri Sosyal Güvenlik Kurumları) bir yapı kurulmuş ve sağlıktan,eğitime,eğitimden,güvenliğe diğer tüm alanlar bu çemberin dışında bırakılmış.Yani neo liberalizmin çok bilindik "yalnızlaştırma" hikayesi.Devlet artık sadece ve sadece piyasanın asayişine adanmış bir kurumdur ve vatandaşa ait sorunların tümü yine vatandaşın sorunudur.Tabii ben bu yalnızlaşmanın yanına neo liberalizmin getirdiği en önemli kavram olarak "korku"yu da yerleştiriyorum.Çünkü piyasa kimi zaman bu korku sayesinde kendini yenileme fırsatı bulmakta,iktidar ise yine bu korku sayesinde sistemin savunuculuğunda güven tazelemektedir.Dönelim Thatcher meselesine,başka zaman buraya spesifik olayları da not ederiz fakat,şimdilik,bu neo liberalizm denen yapılanmanın Ada'da hakim görüş olması bu kadının destansı,filmlere,romanlara,belgesellere konu olan iktidarı sırasında gerçekleşmiştir demekle yetinelim.Dolayısıyla,yeni bir "aristokrat" muhafazakarın başkanlığı,kriz batağındaki dünyanın geleceği için hiç de iyi görünmemektedir.Peki seçimden Muhafazakarlar değil de İşçi Partisi galip çıksaydı ne olacaktı?O zaman herhangi bir değişiklik bekleyebilir miydik?Şüphesiz hayır.İşçi Partisi iktidarı devam etmiş olsaydı,göstermelik "sosyal devlet" faaliyetleri dışında Ada'nın siyasetinde her şey yine aynı kalacaktı.Zaten bu sürece 13 yıldır tanıklık edenlerde onlardan başkası değil.Yalnız,değişen iktidarla söz konusu yapılanmanın biraz daha fütursuzca ve ceberrutça devam edeceğini bilmeliyiz.Yani,kamu açıkları,borçlanmalar artık gizli kapaklı değil de ayan beyan halkın cebinden finanse edilecektir ya da göçmenler artık neredeyse devlet eliyle linç veya sınır dışı edileceklerdir.

Artık hemen hemen tüm dünyada seçimlerin tek bir galibi vardır.Mouffe'nin de belirttiği gibi biraz daha insancıl,biraz daha "sol" görünümlü parti veya parti programları da neo liberalizmin hızını azaltmak gibi amaçlar taşımak bir yana mevcut sürece ortak olmak emeli taşımaktadırlar.Dolayısıyla,İşçi Partisi iktidarının,Muhafazakar-Liberal Demokrat koalisyonu ile değşimini,en iyi,neo liberal örgütlenmenin ülkenin ve hatta dünyanın her bir yanına daha kolay ulaşabilmesi için kullandığı aracı değiştirilip yerine daha hızlısını alması olarak özetleyebiliriz.

Siyah-Beyaz Bir Final Yazısı




Önceki gün Hodgson hakkında oldukça duygusal satılar yazmıştım.Bu sefer karakterlere biraz daha uzak durmaya çalışalım ve final gecesinin üzerinde yoğunlaşalım ve bu tarihi geceyi biraz daha derinlemesine incelemeye başlayalım.

Siyah-Beyaz Bir Masal


Fulham'ın bu yola girerken ne gibi zorluklar çektiğine,nerelerden geldiğine tekrardan uzun uzun değinmenin bir anlamı yok.Bir çok blogda da sıkça yazıldı.Kısaca,iki sene önce "Kuzeyin Prensi" Craven Cottage'de iş başı yaptığında,Fulham'ın kümede kalmaya oynayan bir kulüp olduğunu,bırakın Avrupa Ligi finalini,ligde kalmasının bile mucize olarak değerlendirildiğini belirtmek yaterli olacaktır.Çok iyi hatırlıyorum,2008 Ağustos'unda İngiliz Four-Four-Two'su sezon öncesi rehberinde Fulham'ı düşme hattının hemen üzerinde gösteriyordu ve onlara ayrılan sayfada hiçte umut verici yazılar yer almıyordu.Futbolu diğer tüm salon sporlarından ayıran da bu belki.Önceden tahmin edilebilmesi,hakkında hükümde bulunulması zor bir uğraş futbol.Nitekim,Fulham o sezonu 7. bitirip Avrupa Ligi bileti alıyordu.Yani bir bakıma,Siyah-Beyaz mucize adım adım geliyordu ve çok bilinen bir futbol masalı tekrar vücut buluyordu:kısıtlı imkanlar ve dar kadroyla kurulmuş bir yükseliş öyküsü...Ancak bu masalın kurgusu çok daha sağlam ve inandırıcıydı.Hodgson planlı,tedbirli ve en önemlisi haddini bilen bir teknik adamdı.Öğrencilerine öğrettikleri de bu yöndeydi.Fulham kısa sürede hemen her takımla baş edebilecek güce ve sisteme kavuşmuştu.



Finalin Gölgesinde Kısaca Hodgson'un Fulham'ı

Gelelim final gecesine.Öncelikle,Hamburg'da sahaya çıkan 11'in Hodgson'un 11'i olduğunu belirtelim.West Ham'da istenilmeyen adam durumuna düşen Zamora'yı kendisi almıştı.Baird'i rotasyonun en çok kullanılan isimlerinden biri haline getiren de o'ydu ya da gelişimini League One'de tamamlayan Etuhu'dan kadife ayaklı bir kesici yaratan...2008 Eylül'ünden beri belli bir disiplini aşılıyor takıma Hodgson.İki kademeli savunma gibi mesela.Böylesi düzenli bir savunmayı şu an çok az takım yapabiliyor.Hemen burada,Mourinho'nun Inter'i ile Hodgson'un Fulham'ı arasındaki farkı da belirtelim:Mourinho savunması daha çok kendi alanında boş alan bırakmamak üzerine kurulu bir anlayış iken,Hodgson savunması,daha fazla birlikte hareket eden,kompakt bir yapı içinde kendini ifade ediyor.Açık ve bek oyuncuları kanat bindirmelerinde bir araya gelip rakibin eylem alanını kısıtlıyor ve orta ikilinin yardımları sonucu rakibin pas yolları da kapatılıyor.Dün akşam da bu sistem Baird'in aksamaları dışında yeterince iyi işledi aslında.Ne yazık ki, Inzaghi'den hallice bir Forlan futbol sahalarının en büyük korkulu rüyalarından biridir ve bazen ne kadar iyi savunma yaprsan yap rakibinin bir adımını senden daha önce atmasının bedelini ödemek zorunda kalırsın.



Finalin Getirdiği


Aslında klasik İngiliz futboluna çok yakın bir yerde duruyor Fulham.Dolayısıyla,Atletico'dan daha diri kalacaklarını düşünüyordum maç öncesi.Madrid'in ilk golünden sonra 5 dakikalık bir vites artışının skor eşitlemek için kafi olacağını düşünmüştüm.Nitekim,golden kısa bir süre sonra klasik bir Fulham golü vuku bulmuştu.Muhakkak kenar adamları önemlidir,güçlü bir santrafor önemlidir ama en önemlisi,topa hükmedebilen futbolculardır.Fulham'da Gera,Dempsey ve Davies bu tip isimler.Galli futbolcunun bir Giggs yanılsaması yaşatmadığını söyleyebilmek güç.Attığı golde de vuruş tekniğinin,vücudunun aldığı pozisyonun dışında dikkatimi en çok çeken nokta özgüveniydi.Ne var ki,aynı özgüveni ne Dempsey'de ne de Gera'da görebildim maç boyunca.Fakat,en önemlisi ikinci UEFA finalini oynayan Murphy'nin 90 dakika sonunda yorgun gözükmesi ve tercihlerinde güvensiz davranmasıydı ki kupayı Atletico'ya getiren en büyük etken de bu yorgunluk ve geçen dakikalarla birlikte futbolcuların akıllarına takılan,aslında buraya ait olmadıklarına yönelik düşünceleriydi bana kalırsa.

Sonuç Yerine


Fulham bir daha bu noktalara gelebilir mi?Şimdilik zor görünüyor.Muhakkak ki,bu final,Fulham'ın yükseliş trendinin en üst noktasıydı ve bundan sonra anlaşılabilir düşüşler görülecektir.Aslında önümüzdeki senelerde,Fulham'ın öncelikli amacı orta sıra ekipleri arasındaki yerini sağlamlaştırmak ve inişli çıkışlı lig performansını stabil hale getirmeye özen göstermek olmalıdır.Zira asıl böylesi bir çaba,Fulham'ı hakettiği yere taşıyacaktır.Yoksa bu final sonrası Middlesbrough gibi irtifa kaybı yaşayan bir Fulham değildir şüphesiz Hodgson'un aklındaki.

13 May 2010

Roy Hodgson'a İthafen


Dün akşam bir kere daha öğrendik sayende,mağlubiyetin de birine yakışabileceğini.Öyle onurluca giydin ki mağlup madalyasını,madalyayı veren Platini dahi o şaaşalı futbol kariyerinde böyle bir onur yaşamamıştır.Futbola seninle birlikte,senin tarafından bakmak güzel. Etuhu'dan,Davies'den adeta bir masal kahramanı yaratabilmen güzel...Craven Cottage'yi bu öykünün mekanı belletmen güzel...Bunca yıl söyledik durduk,evrensele giden yolun yerellikten geçtiğini,gelenekseli modernle besleyerek yarattığın kültürün çok uluslu arenalarda zihinlere çivi gibi çakılması güzel...

11 May 2010

30 Kişilik İngiltere...


Goalkeepers: Joe Hart, David James, Robert Green.

Defenders: Leighton Baines, Jamie Carragher, Ashley Cole, Michael Dawson, Rio Ferdinand, Glen Johnson, Ledley King, John Terry, Matthew Upson, Stephen Warnock.

Midfielders: Gareth Barry, Michael Carrick, Joe Cole, Steven Gerrard, Tom Huddlestone, Adam Johnson, Frank Lampard, Aaron Lennon, James Milner, Scott Parker, Theo Walcott, Shaun Wright-Phillips.

Forwards: Darren Bent, Peter Crouch, Jermain Defoe, Emile Heskey, Wayne Rooney.

Capello Güney Afrika öncesi 30 kişilik kamp kadrosunu açıklamış.İlk olarak olmayanlardan bahsedelim: Fulham'ın fromda golcüsü Bobby Zamora, sakatlıktan henüz çıkan Owen Hargreaves, sağ bek yokluğunda akıllara gelen ilk isim veteran Gary Neville ve Evertonlu Phil Jagielka, Ada'da geleceğin en önemli defans oyuncularından biri olacağına inandığım Ryan Shawcross,O'Neill'in flaş ikilisi Agbonlahor ve Ashley Young son olarak da hala tam olarak iyileşemeyen Wes Brown kadroda yer almayan isimler.

Mevcut kadroda yer almayan bir çok isim saydık aslında fakat bu isimlerin bir çoğunun adı milli kadroyla anılsa bile aslında yaş,sakatlık ve benzeri sebeplerden dolayı kadroda yer alamayacakları biliniyordu.Çoğunun adı tipik,Dünya Kupası öncesi "kadro spekülasyonu"na karışmış oldu.Ancak,Zamora,Ashley Young ve Agbonlahor'un,Bent,Shaun Wright Philips ve Wallcott'un yerine tercih edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum.Fakat,kadro 23 kişi ile sınırlandırıldığında eve dönmesi muhtemel isimlerin Bent,Wright Philips ve Walcott olacağını söyleyebiliriz.Yani,bu isimlerin ya da bir başkasının tercih edilmesinin pek de önemli olmadığını görüyoruz.

Kanaatimce kimin kalması gerektiği konusuna gelirsek;Carragher'in kadroya yeniden çağrılması,Emre Aşık'ın 2008'de milli takıma dahil edilmesiyle bir görülebilir.Yani Carragher kadroya dahil edildiyse muhakkak görev alacak demektir.Böylesi bir durumda sağ bek mevkiinin Carragher ve G.Johnson'dan oluşacağını söyleyebiliriz.

King sakatlığı nüksetmezse takımda kalacaktır.Upson'un da Capello'nun jokerlerinden olduğunu düşündüğümüzde Dawson'un Ferdinand-Terry-Upson-King stoper dörtlüsünün dışında kalacağını söyleyebiliriz.

Sol bek'te Ashley Cole'nin yanında bence Warnock tercih edilmelidir.Bu sezon Güney Afrika'ya gitmeyi en çok hakeden isimdir belki de Warnock.Yine de muhtemel olan Cole-Baines ikilisinin kalmasıdır.Belirtmeden geçemeyeceğim,gönlüm Cole'nin sakatlığının tekrarlanması ve Warnock'un kadroya dahil olmasından yana.

Orta sahayı genel olarak yorumlayacak olursak;Capello çok kötü bir sezon geçiren Carrick'e alternatif oluşturmak için Huddlestone ya da Parker'ı çağırmış olabilir.Carrick özellikle sezonun sonuna doğru Ferguson tarafından da yedeğe çekilmişti.Yine de ilk olarak Huddlestone çıkarılacaktır kadrodan.Parker'ın takımda kalabilmesi ise Barry'nin sakatlığının durumuna bağlı olacak.Joe Cole,Milner,Lennon ve Adam Johnson'un da kesinlikle kadroda olacaklarına inanıyorum.Bu durumdan Theo Walcott ve Shaun Wright Phillips'in evlerine dönecekleri sonucu çıkıyor.

Aslında forvetteki seçim diğer tüm mevkidekilerden kolay olacak gibi görünüyor.Heskey takımın çok önemli bir parçası,tıpkı Crouch gibi.Defoe'nin de Bent'in karşısında bir sönceliği bulunduğunu düşünüyorum.Bent büyük ihtimalle evine dönecektir

Son olarak Barry'nin büyük ihtimalle Güney Afrika'da yer alamayacağını düşünerek hazırladığım,benim İngiltere kadrom:

Joe Hart, David James, Robert Green,Jamie Carragher, Ashley Cole,Rio Ferdinand, Glen Johnson, Ledley King, John Terry, Matthew Upson, Stephen Warnock, Michael Carrick, Joe Cole, Steven Gerrard,Adam Johnson, Frank Lampard, Aaron Lennon, James Milner, Scott Parker,Peter Crouch, Jermain Defoe, Emile Heskey, Wayne Rooney.



Not:Fotoğraf,Jamie Carragher'in "emergency button" olarak kadroya çağrılması şerefine konulmuştur.

Turkish Blood-Irish Heart


Gençlerbirliği ve Billy Mehmet aynı karede yer alınca bizim de bu birliktelik hakkında iki çift söz etmemiz farz oldu.Billy Mehmet'i uzun yıllardır,Dunfermline döneminden beri tanıyorum. Dolayısıyla,Morrissey'in "Irısh Blood-English Heart" şarkısına nazire yaparcasına taşıdığı İrlanda,İngiliz ve Türk genleriyle dikkatimi çekmiş,bu ismi kadar ilginç bir fiziğe ve oyun stiline sahip "çok uluslu" santraforun Al-Karalar'la yolunun birleşmiş olması beni bir ayrı sevindirdi.Dileyelim,Billy Mehmet,Gençler'in Ersun Yanal ile UEFA'da yakaladığı o güzel havayı Thomas Doll ile yakalayabilsin.

Eren Derdiyok,Gökhan İnler,Mesut Özil...Bu gibi isimlerin bir çoğundan faydalanamadık.İngiltere'den bin bir uğraş Muzzy İzzet'i getirebildik.Ardından yıllarca bahanemiz oldu Muzzy bizim,gelenler de oynamıyordu nasıl olsa.Oysa Muzzy İngiltere'de oynadığı hemen her sezonun hakkını vermiş bir oyuncuydu.Tıpkı Gökhan İnler ya da Mesut gibi.Demek ki bizim kanımızı taşıyıp,onların zihnine sahip olanların bizle bir şekilde kimyaları uyuşmuyormuş.İşte bu önyargıyı/sorunu aşabilmek için önemli bir adım Billy'nin Türkiye'de oynayacak olması.Burada Billy'nin Gençlerbirliği'nde oynayacak olması da yaşayacağı uyum sürecini daha hafif atlatabilmesi açısından önemli görünüyor.Çünkü Gençler taraftarının oyuncular üzerinde ciddi bir baskı oluşturmadığını biliyoruz.Bunun yanında,genç,öğrenmeye aç ve bir fikir adamı önderliğinde(Thomas Doll) çalışan Gençlerli oyuncuların da Billy'den öğrenecekleri şeyler olacaktır muhakkak.Ez cümle,bir yarı-Türk'ün Türkiye'de en rahat oynayabileceği kulüp Gençlerbirliği'dir.Hem kendi kimliğini sahaya yansıtabilme fırsatı bulacak,hem de futbolumuza dair gerçekleri görece demokratik bir ortamdan gözlemlemleyebilecektir.İyi bir seçim olmuş.Kimi transferler daha imza kurumadan etkisini gösterir.Umarım Billy'nin kalemi de uğurludur.

7 May 2010

Meşhur 40 Puan Barajı ve Düşündürdükleri


Sezon öncesi,kümede kalmak için mücadele edecek Premier Lig hocalarının aklında tek bir amaç vardı:40 puana ulaşabilmek.40 puan barajı aşıldığı takdirde düşme hattının üstünde yer alacaklarını düşünüyor,buna göre planlar yapıyorlardı.Ancak bu hafta sonu oynanacak 38. hafta mücadeleleriyle birlikte,küme düşme hattının bir basamak üstündeki 17. takımın kapanış puanının en fazla 37 olabileceğini görüyoruz.Üstelik,14-17 bantında yer alan takımların tümü maçlarını kazansalar dahi 40 puanı yakalayamıyorlar.Aslında,düşmesi kesinleşen takımlardan en az birinin,ligde kalma mücadelesini son haftaya taşıyacağını düşündüğümüzde düşmesi kesinleşen son takımın(18.) puanının da 17.den yalnızca bir veya iki puan düşük olmasını beklerdik ki bu da 36-39 arası bir değere karşılık geliyor.Fakat sezon öncesi yapılan hesaplar sezon sonu ortaya çıkanlarla tutmadı ve her fırsatta kalitesine gönderme yaptığımız,dünyanın en önemli liginde,bir alt lige düşmesi kesinleşen ekiplerden en çok puanı kazanan Hull City'nin son haftaya girerken 29 puanı olduğunu gördük.Bu bir anlamda,Premier Lig'de yıllardır devam eden her takımın birbirinde puan alabilme geleneğinin/mitinin son bulduğunu göstermektedir.Bu noktada,Avrupa'nın diğer büyük liglerinin alt sıralarında neler olduğuna bakmak da yararlı olacaktır.

Çoktandır iki takımın hegemonyasında devam eden (Barcelona,Real Madrid) La Liga'da dahi düşme hattının son üyesi Tenerife'nin 35 puanı var.Ligin bitimine iki hafta daha olduğunu düşünecek olursak La Liga'nın 40 puan eşiğine yaklaştığını söyleyebiliriz.İtalya'da da 18. Atalanta'nın puanı 35.Fransa ve Almanya'da bu eşik aynı İngiltere'deki gibi 28-29 puana geriliyor,ancak bu liglerde orta sıralarla üst sıralar arasındaki puan farkının giderek flulaşması alt sıra ekiplerinin toplaması gereken puanları üst-orta sıra ekiplerinin topladığını gösteriyor.

Özetle,herkesin bir birini yenebildiği Premier Lig masalı son mu buluyor?Buna bir de üst sıralardaki ekiplerin penceresinden bakalım.

Premier Lig'in lideri Chelsea'nin 37 maçta 26 galibiyeti var.Bu oldukça yüksek bir oran ve yine diğer büyük liglerde bu oranı yakalayabilen yok.Almanya'da lider Bayern Münih'in 19 galibiyeti,Fransa'da lider Marsilya'nın 22 galibiyeti ve İtalya'da lider Inter'in 22 galibiyeti var.Üst-alt uçurumunun en görünür olduğu liglerden Hollanda'da bile lider Twente ligi 27 galibiyetle bitirmiş durumda.

Bu verileri nasıl yorumlayabiliriz?Öncelikle,kimi ekonomik zorluklarla birlikte sadece İngiltere özelinde değil tüm dünyada büyük-küçük takım ayrımının giderek genişlediğini görüyoruz.Küçüklerin büyüklerden puan almak için uyguladıkları sıkı savunma ve kısır hücum anlayışları da oyunun genel anlamda kalitesini düşüren bir diğer etmen.Büyük kulüplerin transferlerde yarattığı haksız rekabet ortamı ve lehlerine işleyen yayın gelirleri,lisanslı ürün satışları ve piyasa ekonomileri de onları futbolun ve pastasının tek büyüğü haline getirmekte.Şimdilik keyfi yerinde olan büyük kulüpler şüphesiz ki zamanla azalan ilgi ve düşen karlarla karşı karşıya geleceklerdir.Ancak o zaman gereken,bu zinciri kırabilecek olan küçük takımların varlığıdır.Yoksa,ofsaytın kaldırılması,yayın gelirlerinin yeniden paylaştırılması ya da en başarılı kulüplerin bir tek ligde toplanılması gibi suni,herhangi bir altyapıdan yoksun ilgi toplama,zaman kazanma çabaları nafiledir.

6 May 2010

Deniz'ler ve Onat Kutlar'ın Bir Şiiri...



Bugün Cumhuriyet gazatesinde yayımlandı Onat Kutlar'ın şiiri.Bilindiği gibi idam kararına karşı düzenlenen çalışmalarda hep en önde yer almıştı bu usta şair ve öykücü.Deniz'ler asıldıktan sonra yazmış bu şiiri ancak ne hikmetse kaybetmiş,daha önce de hiç çoğaltmadığından şiir yok olmuş.Yalnız bir arkadaşına vermiş vakti zamanında çoğaltsın diye(Mete Akalın),arkadaşı da eliyle bir kopyasını kendine ayırıp Kutlar'a geri vermiş şiirini.Tesadüf o ki,kısa zaman sonra arkadaşı da şiiri kaybetmiş ve Onat Kutlar'ın şiir kitaplarının hiçbirinde kendine yer bulamamış bu ağıt.

Yıllar sonra,kuytuda köşede bekleyen bir kitabın içinde bulmuş bu şiiri Mete Akalın ve Cumhuriyet Gazetesi de 6 Mayıs 1972'nin anısına 6. sayfada yer vermiş Kutlar'ın şiirine.İşte o şiirin 3. ve 4. kısımları:

3.

Üzülme baba,nerdeyse çıkar
Şimdi dağlardan
Gelir serin bir esinti terini siler
Okşar derisini kanı temizler
Biz o rüzgarı biliriz
Rüzgara parmaklık konur mu?

Kahırlanma baba demir kapılar
Ardından iki türkü şimdi erişir
Biri köpekler üstüne biri aslanlar
Yüzünden sular gibi geçer ölü oğlunun
Biz o türküleri tanırız
Doldurur gökyüzünü,toprağa yeter
Türküye kurşun sıkılır mı?

Unutma baba onun arkadaşları var
Çatlamış nar gibi mayıs ayında
Yazları ürperen zeytin dalları
Altın eylül ağaçları gibi genç kızlar
Alnını çiçeklerle donatırlar
Çiçeksiz düğüne gidilir mi?

Unutma baba onun arkadaşları var
Seyrek ağaçlı korularından yoksulluğun
Ve uçsuz bozkırlardan koşarak
Ölüme açılan yiğit çocuklar
Yaşamanın savaşçısı çocuklar
Tez ulaştırırlar onu güneşe
Kentlerin kanalına dolar balçığı
Güneş balçıkla sıvanır mı?

Hatırlar mısın baba,ninem anlatırdı
Serin yaz sabahlarında Sivas'ın
Soğüt dallarında bir ak güvercin
Açarmış eski kitabın sayfalarını
Okuu okuuu...dermiş ağzında can dili
Denizi geçen Yusuf'un sayfalarını
Hüseyin'in Battal Gazi'nin sayfalarını
Her birine Simav'dan bir zeytin dalı
Koysak bir gün okuyan olur mu?

4.

Baba Hıdır İlyas kıssadan hisse söyledi
Darağacına tahta veren çınar bir gün anlar
Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar.


Son olarak şiir,Deniz'ler için yazılanlar arasında en son ortaya çıkan olduğu için mi yoksa benim bir öykücü olarak ayrı sempati duyduğum Onat Kutlar tarafından yazıldığı için midir bilmiyorum,bu devrimcilerin ardından yazılan şiirler arasında en çok hoşuma giden şiirlerden biri oldu.

5 May 2010

Şenol Güneş ve Engin Baytar


Türkiye'den her hafta yalnızca bir takımın maçını izleyebilme hakkım olsa hiç düşünmeden Trabzon'u seçerim.Deli-dolu,tempolu bir takım...Muhakkak arkada çok önemli eksiklikleri var ama öndeki oyuncuları,gayretli,her biri birbirinden savruk,hareketleri kestirilmez,tahmin edilemez isimler...

Güneş Daum'a benzemez,daha doğrusu şu anki Dauma'a...Dönüştürmeye,değiştirmeye meraklı bir teknik adam,hiç alışık olmadığımız bir tür yani...Kesinlikle hazıra konmacı değil,korumacı,muhafazakar hiç değil.Amacı,aynı hayattaki gibi,kendini kabul ettirebilmek.Rakibi küçümsemeden tabii.Hatta titizlikle analiz ederek.Kendini tanımanın bir yolu da bundan geçer zaten:rakibini tanımak.

Engin,Burak,Umut,Alanzinho...Dahası da var:Serkan Balcı en son ne zaman zihnimizde bir iz bırakmıştı?Onur gibi bir kaleciye başka hangi teknik adam güvenebilirdi?Bu soruların teker teker ya da tümden tek cevabı Şenol Güneş'tir.Yarın Umut gol kralı olursa ya da Engin milli takıma alınırsa veya Alanzinho yurtdışına flaş bir taransfer gerçekleştirirse,bu olanların hepsini Güneş'e borçluyuz demektir.Unutmadan,bu takımın asıl temellerinin Ersun Yanal döneminde atıldığını da belirtelim.Sadri Şener yönetenler sınıfının en iyi niyetli,en "yönetilen görünümlü" başkanıdır.Dileyelim,Yanal'ı gönderirken yaptığı hatayı şimdi tekrarlamasın.

Fatih Terim Türkiye'nin en büyük hocasıdır,onun getirdiği kupanın bir benzeri daha gelmemiştir Türkiye'ye,Mustafa Denizli nev-i şahsına münhasır,özel bir adamdır.Öyle ki,dediklerine inanmak zorunda hissedersiniz kendinizi...Ama Şenol Güneş hiç abartmıyorum,Trabzonla uzun yıllar çalışabildiği takdirde,ülkenin Arsene Wenger'i olabilecek tek teknik direktördür.Bu topraklara ait bir büyü aranacaksa,ilk olarak Şenol Güneş'in o "bizden" görünüşünün altındaki sabırlı,vakur, UzakDoğulu bilgeye veya öğrenmeye aç,hırslı,Batılı aydına bakılmalıdır.

Bir paragraf da Engin için yazalım.Şimdi söylemenin pek bir anlamı olamayacak ama Engin'i uzun zamandır hayranlıkla izleyenlerden biriyim.Öncelikle,yurtdışında yetiştiğinin en iyi göstergesi olan,yüksek özgüveni beni çok etkiliyor.Topu kaybetmesi hiç umrunda olmuyor,doğru işi yapana kadar topla oynamayı seviyor.Bilekleri inanılmaz gelişmiş bir futbolcu,orta sahada da basması,top kapabilmesi onu günümüz statik orta sahalarından ayırıyor.Düzgün bir planlamayla ülkenin en önemli futbolcularından biri olabilir.

3 May 2010

Ada'da Seçimler ve Değişim (!)


Ada'da önemli gelişmeler yaşanıyor,yaşanacak da...Bahsettiğim,Liverpool'un ruhsuz futbolu,Chelsea'nin şampiyonluğu ya da United'in son hafta inadı değil.6 Mayıs'ta ülke seçime gidecek ve büyük ihtimalle 13 yıllık İşçi Partisi iktidarı sona erecek.Küresel kriz öncesinden beri yaşanan sıkıntılardan bu yana bir takım değişimler yaşanmıştı.Kuşkusuz bu değişimlerin,siyasi ve iktisadi tesirlerinin dışında her türlü sosyal alana yansıdığını da söyleyebiliriz.Bugün gazeteler yazdı,mesela İngiliz futbolunun son Şampiyonlar Ligi'nde yarı finalist dahi çıkaramaması ya da kulüplerin birer birer borç batağına saplanmaları birer tesadüf müdür?Her köşeye sıkıştığımızda -haklı olarak- futbolun artık endüstriyel,küresel bir olgu haline geldiğinden söz ediyorsak,bu gelişmelerin,siyasi ve iktisadi konjonktürdeki değişmelerin birer yansıması olduğunu kabul etmeliyiz.

Muhafazakarların son zaferinin üstünden (1992) 18 sene geçmiş.Ardından 1997'de İşçi Partisi (Tony Blair) iktidara gelmiş.Tabii burada,İşçi Partisi'ni daha yakından tanımak için öncelikle Batılı işçilerin nerede durduklarını iyi bilmek gerekir.Yani,Thatcher dönemindeki direnişleri ve grevleri saymazsak,son yıllarda Batılı işçinin siyasi serüvenininde elde ettiği kazanımları,belirli bir demokratik çerçeve etrafında kazanılmış belli anayasal haklar ve mevcut sistem içi bir sendikacılık geleneğinden ibaret olarak değerlendirebiliriz.Dolayısıyla,İşçi Partisi pek tabii,umud edilen değişimler bir yana artan bütçe açıkları,artan yoksulluk ve Irak ve Afganistan gibi yaralar açarak çekiliyor Ada'nın siyasetinden.

İşçi Partisi'nin en sadık destekçilerinden biri olan Guardian dahi son seçimlerde Gordon Brown'un arkasında olmadığını bildirdi.İngiltere'nin Obama'sı,Liberal Demokrat Nick Clegg'i destekleyeceklermiş.Gerek seçim sistemindeki reformlar için gerekse azınlık sorunları,sosyal adaletsizlikler gibi konularda değişime daha hevesli olarak görünüyormuş Clegg.Böyle konularda Liberal Demokrasi ne ölçüde bir çözüm getirebilir tartışılır.Ancak ilginç olan,geldiğimiz noktada giderek güçlenen Muhafazakarlar ve Liberal Demokratlar mevcutken,İşçi Partisi'ne ait desteği giderek kaybolmasıdır.Adı üstünde Muhafazakar Parti'nin,ana sloganının "değişim" olması da bir başka ironidir.Ancak asıl değişimi gerçekleştirmesi gerekenlerin küresel resesyonlardan ve siyasi buhranlardan etkilenip edilgen hale gelmesi tüm muhalefet için böyle bir sloganı zaruri kılmıştır.

Britanya'nın mevcut seçim sistemindeki(sadece genel hatlarıyla bildiğim için detaylandıramayacağım) çarpıklıklar sebebiyle İşçi Partisi hala parlementoda en çok sandalyeyle temsil edilme şansı olan parti.Ancak anketlerde,Muhafazakar Parti'nin gerisinde,Liberal Demokratlar ile yarışır bir vaziyette.Çok temsilcinin çıkarıldığı küçük bölgelerde İşçi Partisi'nin önde olması sandalye yarışında daha avantajlı bir noktaya taşıyor Brown'u.Fakat seçim büyük ihtimalle koalisyonla sonuçlanacaktır.Peki,İşçi Partisi iktidarı sona erince sorunlar çözülecek midir?Obama Amerika'sında ne kadar çözüldüyse,o kadar çözülecektir.

Sosyalistler her zamanki gibi en arkada,seçim sisteminin onları yok saydığı yerde,usulca tarihin onları haklı çıkaracağı günü bekliyorlar.Zira ne acıdır ki herhangi bir müsibet yaşamadıkça onlara kulak vermek,dinlemek pek adetimiz değil.Yine sandalyesiz kalacaklar ve siyasi mücadelelerini legal platformlarda yürütmediklerine dair eleştiriler alacaklar.

6 Mayıs'ta İngiltere,Galler,İskoçya ve Kuzey İrlanda yöneticilerini seçecek,ancak durumun diğer seçimlerden daha vahim olduğunu belirtelim.Çoğu Avrupa ülkesi gibi Britanya'da,Yunanistan ve Portekiz gibi ciddi ekonomik bunalımların içerisinde.Tabii bunun etkileri kısa sürede diğer alanlara da yayılmakta.Kısacası 7 Mayıs sabahı Britanya Adası yeni bir siyasi iktidarla uyanmış olsa da ne bütçe açıklarının ne fütursuz borçlanmaların ne ayrımcılıkların ne de batak veren İngiliz futbolunun halinde bir değişme olacaktır.

2 May 2010

Liverpool Tükenirken...


Henüz United'in maçı sonuçlanmadı tabii.Ama yine de şampiyon Chelsea diyebiliriz artık.Puan kaybedebilecekleri tek rakiplerinden de 3 puanı almasını bildiler,Ferguson'un son ana kadar yarışı kovalayacağını bilsek de avantajın Mavililer'de olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Chelsea için Anfield Road diğer tüm deplasmanlardan daha zorlayıcı diyebiliriz.Tabii Anfield'de işler iyi gitmediğinden bugün geçmiş yıllardaki karşılaşmalara oranla çok daha rahattı Ancelotti'nin ekibi.Anfield'de Liverpool'a puan kaybetseydi,kimse ona bir şey diyemezdi çünkü Chelsea Liverpool'da puan bırakmayı adet edinmişti.Ancak,o da herkes gibi Liverpool'da işlerin iyi gitmediğinin farkındaydı ve bundan faydalanmak istedi.

Ülkemizde henüz yaşadığımız bir tartışmaya da örnek olacak cinsten bir olaya tanıklık ettik maç öncesi.Liverpool'un dördüncülük umudu dışında,kaybettiği prestiji için de alması gereken bir maçtı fakat,Kırmızılılar Chelsea'yi yenerlerse ezeli rakipleri Manchester şampiyon olabilirdi ve toplamdaki şampiyonluk sayısını 19'a çıkarıp,bu alanda Liverpoolla paylaştığı rekoru kırıp İngiliz futbolunun en büyüğü olabilirdi.Neyse ki,Liverpool furtboluyla bu tartışmaların hiç birine kulak vermememizi öğütlercesine başarısız bir futbol sergiledi.Sağ bekte yine Mascherano vardı,sol bekte ise aslında bir stoper olan Agger...Aslında ikisi de pek sırıtmadı ama Mascherano girdiği ikili mücadelelerin yarısında yerde kaldı,Agger de hücuma çıkışlarda etkisizdi.Bunun dışında son haftalardaki alışıldık sistemine sadık kalan Benitez,Aquilani'nin oyuna daha fazla katılabilmesi için arkasına Gerrard ve Lucas'ı yerleştirmiş ve İtalyan'ı önde görevlendirerek yeteneklerini daha rahat sergileyebileceğini düşünmüştü.Olmadı,Aquilani kötü futbolcu değil ama Premier Lig için zayıf olduğu açık.Tabii,son maçlarda gördüğümüz savunma hataları da devam etti Liverpool'da hatta ilk golde takım kaptanı Gerrard'ın verdiği hatalı pas,Liverpool'un oyunun ne kadar dışında kaldığını göstermesi açısından iyi bir örnekti.Zamanla,bireysel hatalar paylaşım hatalarının oluşmasına yol açtı ve 54'te Lampard'ın golü geldi.Bu gol bir anlamda maçın bitiş düdüğü yerine geçti çünkü o dakikadan sonra Liverpoollu oyuncular tamamen oyundan kopmuşlardı.

Chelsea,eğer şampiyon olursa hakedilmiş bir şampiyonluk yaşayacaktır.Üstelik bu maçla birlikte 95 gole ulaştılar ve son maçlarından sonra 97 golü aşabilirlerse lig tarihinin en çok gol atan takımı olacaklar.Bir sezonda 3 kez 7 gollü galibiyet alan bir takımın şampiyonluk hırsını sorgulamak yanlış olacaktır.Ancelotti ve Chelsea iyi bir ikili olmuşlardır diyebiliriz.Batı Londra kulüpleri bu sezonun en mutlu ekiplerini oluşturuyorlar.Önce Avrupa Ligi'nde finale kalan Fulham,ardından hemen yanındaki Chelsea'nin lig şampiyonluğu...Chelsea FA Cup finalinde Portsmouth'u da yenerse sezonu iki kupayla kapatmış olacak ki ilk sezonunu yaşayan bir hoca için hiçte fena bir sonuç değil.

O'Neill'in Adımları #2


Kuzey İrlandalı hakkındaki son yazıyı "... son 8 güne 3 galibiyet sığdırmayı başaran O'Neill'in iki ileri-bir geri adımlamaları cumartesiden sonra,son maçına çıkmadan evvel nasıl şekillenmiş olacak?" diye bitirmiştim.Anlaşılan O'Neill',bu sezon iki ileri-bir geri adımlarla bitirecek ligi.Önlerinde yalnızca bir maç kaldı ve artık ligi dördüncü sırada bitirmeleri neredeyse bir hayal.Şimdiye kadar iki kez,üst üste dört maç kazanabilmişlerdi,üçüncü seriye de çok yaklaşmıştılar ama olmadı,City seriyi bozdu.

Maçın başında,İbrahim Altınsay'a,takım elbiseli mi yoksa eşofmanlı hoca mı daha makbuldur sorusu soruldu.Herkesin ayrı bir fikri olacaktır ama O'Neill eşofmanlı hoca ekolünün en sıkı temsilcilerindendir Moyesle birlikte.Ancak,karşısındaki takım elbiseli ,geldiği günden beri yüksek özgüveniyle dikkat çeken Mancini olunca işler yolunda gitmedi.O'Neill eşofmanlıdır,dersini iyi çalışır,analiz yapar,geleneksel İngiliz futbolunun 3-4 kat daha hızlısını,tempolusunu oynatır fakat hızını tekniğiyle birlikte kullanabilen birine karşı bazen ne kadar çalışırsanız çalışın kar etmez.O'Neill'in başına gelen biraz da budur.Adam Johnson o kadar süratli ve kararlıydı ki önce Warnock'u perişan edip penaltı kazandırdı ardından da Downing'i bir an için futboldan soğutmak suretiyle takımının öne geçmesini sağladı.

Kabul edelim ki,Ada'da yılın en iyi genç futbolcusu ödülüne layık görülen James Milner bir başka model ortasahadır.Klasik Britanyalı ortaalan oyuncularının daha meziyetlisi ve günümüz "box-to-box"larının daha hızlı ve çevik olanıdır ve tartışmasız bu sezona damgasını vurmuştur.Ancak son haftaların kurtarıcısı Agbonlahor sahadan silinince Milner ve Carew'in çırpınışları da yetersiz kaldı.Villa,ligin en iyi savunma hattına sahip takımlarından biri fakat Chelsea bozgunundan beri süregelen bir motivasyon eksikliği olduğu açık.

City'de işler şimdilik yolunda gibi.Fulop yeteri kadar güven vermiyor ama güvenmekten başka çareleri de yok.Öte yandan,Tevez'in kullandığı vuruş stiliyle penaltı kaçırması çok zor gözüküyor.Adam Johnson ise istisnai bir performans gösterdi ve Villa'yı ilk dört yarışından ekarte ederken takımına bir anlamda hayat vermiş oldu.