28 Ara 2009

Batı Londra Derbisi : Hodgson'ın Taktiksel Başarısı

Chelsea-Fulham:2-1



Roy Hodgson ilginç bir teknik adam,kariyeri pek parlak değil.Var olan kariyerini de İngiltere'de değil Kuzey ülkelerinde gerçekleştiren Hodgson ilk ciddi başarısını Fulham'la elde etti.Bu sezon Fulham'daki ikinci sezonu ve ilk sezonunda Fulham'a lig tarihinde ulaştığı en yüksek nokta olan 7.liği getirdi.Takımı kreatif oyunculardan yoksun olsa da bu açığı iyi ve isabetli pas yapabilen,topun suyunu çıkarana kadar ısrarla paslaşan,çok koşan ve disiplinli bir savunma anlayışı yaratarak kapadı.Bu yüzden,Hodgson savunmadaki tutucu tavrına rağmen kesinlikle bir Tony Pulis değildir.Ona yakın isimler düşünecek olursak ilk akla gelecek isimler Martin O'Neill ya da Alex McLeish olacaktır.O'Neill'in kadro yapısı rahat hücum etmeye müsait olduğundan hücum anlamında Villa ile Fulham'ı karşılaştırmak gerçekçi olmayacaktır.Ancak kısıtlı kadro ve imkanlara rağmen topa sahip olmayı,hızlı hücuma çıkmayı,kanat organizasyonlarını ve tüm bunları yaparken elden bırakmadığı savunma tedbirleri gibi pozitif olguları takımlarına aşılamaları bakımından McLeish ve Hodgson benzerlikleri çarpıcıdır.İki takımın ligdeki yerlerine ve son 8 maçlık serilerine bakmak ve bu paralelliği görmek zor olmayacaktır.Ez cümle,Hodgson taktiksel öğretileriyle iki sezondur rakiplerini zorlayan ve kendi futbolunu oynayan bir takım yaratmayı başarmıştır.Hodgson "yaratıcı" bir teknik adamdır.Klasik İngiliz futbolunu çağdaş gerçeklerle birleştirmeyi başarabilmiştir ve Fulham bu sistemin aynası konumundadır.

Batı Londra derbisine gelirsek.Öncelikle maçın yorumunun Fulham'lı İbrahim Altınsay tarafından yapılması bizler için büyük bir şans diye düşünüyorum.Maç içinde bilmediğimiz pek çok şey anlattı Altınsay.O da böyle bir Fulham izlemekten mutluydu şüphesiz.Henüz dördüncü dakikada Konchesky'nin sol çaprazdan gelen etkili ortasını Gera gole dönüştürdü ve Chelsea adeta maça 1-o yenik başladı.Kadrolara baktığımızda,Fulham Hangeland hariç ideale yakın bir kadroyla sahadaydı(forvetteki eksiklikleri saymazsak).Chelsea'de ise bilindiği gibi Anelka ve Essien yoktu.Ligde son 6 maçtır yenilgi yüzü görmeyen Fulham golü erken bulmasından dolayı baskıyı da erken yedi ve ister istemez kapanmaya başladı.Ancak bu "kapanma" kesinlikle güzel futbolu baltalayan cinsten bir kapanma değildi aksine İbrahim Altınsay'ın da belirttiği gibi savunma sanatının inceliklerini gösteren türden bir kapanmaydı.Fulham Chelsea'nin kanatlardan gelen adamlarını kademeli olarak iki kişiyle kapadı.Zaten kadro bizzat Hodgson tarafından oluşturulduğu için savunma sanatını iyi icra etmelerine şaşmamak gerekir diye düşünüyorum.Hodgson,orta sahada Murphy ve Baird gibi hem topu olumlu kullanabilen hem de top kapabilip,alan kapatabilen defansif orta oyuncular ve sağ kanatta Duff ve Pantsil gibi hızlı,yırtıcı ve inatçı oyuncularla Chelsea'nin topla bir süre sonra beyhude bir şekilde oynmasına sebep oldu.Yalnız,tüm bunlar olurken Fulham'ın tek kötü özelliği haddinden fazla kapanmış olması ve ileride Zamora ve bazen'de Gera'dan başka kimseyi bırakmamış olmasıydı.Zamora'nın da Gera'nın da topu ileride tutmak konusunda iyi olmadıkları rahatlıkla söylenebilir.Topu ileriye taşıyabilecek iki oyuncu Dempsey ve Duff'un savunma yapmaktan ileriye çıkamamaları da Fulham'ı tamamen teslim olmaya itti ve Chelsea bir süre sonra Fulham savunmasını geçmeye başladı.Maçın son çeyreğine doğru da beklenen oldu ve önce Drogba ardından da belki de maçın en iyi ismi genç stoper Chris Smalling'in kendi kalesine attığı golle Fulham maçı 2-1 yenik bitirdi.

Fulham'ın Premier Lig'e çıktığı 2001'den beri Stamford Bridge'de galibiyeti yoktu ve yine olamadı.Yine de,Fulham'ın iyi yolda olduğunu söylemeliyiz.Fulham için gerekenler Hodgson'a biraz daha güven ve kadroya bir kaç takviye...Eğer bunlar gerçekleşirse Premier Lig'in kalbur üstü takımlarından biri doğuyor demektir.


Mourinho'da maçı izleyenler arasındaydı...

27 Ara 2009

Son 10 Yılın En İyi 20 Türk Filmi


İlk önce listeyi 10 film olacak şekilde hazırlamıştım aslında.Ancak kimi filmler "gönül kontenjanı" kapsamına girdiği için onları da eklemeden edemedim ve ortaya 16 film çıktı.Son olarak,16'nın bu tip listelemeler için uygun bir rakam olmadığına karar verdim ve film sayısını 20'ye çıkardım.Tabii bu sebepten son bir kaç film aslında çokta sevmemiştim kategorisine girebilir.Ayrıca listenin objektifliği adına favori yönetmenlerimden 2'den fazla film seçmemeye özen gösterdim ve büyük yankı getiren filmlere de yer vermeye çalıştım.Hepsi hakkında bir şeyler karaladım ve filmleri seçerken objektif davranmaya çalıştım.Yalnız,yorumlar tamamen subjektif niteliktedir.


1-Sonbahar-(Özcan Alper):Son 10 yılın kesinlikle en iyi Türk filmi.Yönetmen Özcan Alper'i şimdiden Türk sinemasının usta yönetmenleri arasına sokabilecek nitelikte bir proje.Ölüm orucu ekseninde,cezaevlerindeki uygulamalara,hayata,doğaya ve tabii ki ölüme keskin,gerçekçi bir bakış...Son 10 yılın en iyisi.

2-Uzak-(Nuri Bilge Ceylan):Ne Üç Maymun'da ne de İklimler'de Uzak'ı izlediğimde hissettiklerimi hissedebildim.Filmin her karesi ayrı bir fotoğraf,her biri ayrı bir şey anlatıyor...Özellikle kar altındaki İstanbul sahneleri görülmeye değer.Karakterlerin bizzat hayatın içinden olması ve kameranın günlük yaşantılarına tanıklık etmesiyle de ayrıca ilgimi çekmişti.Kişilerin hayattan beklentiler,geleceğe dair duydukları endişe ve umutsuzluk...Hepsi Uzak'ta idi.

3-Yazgı-(Zeki Demirkubuz):Zeki Demirkubuz'un Camus uyarlaması Yazgı...Varoluşun sıradanlığında kaybolan,seçimleri arasında fark gözetmeyen belki de gözetemeyen bir karakter.Türk sinema tarihinin en ilginç yapımlarından biri.Serdar Orçin'in oyunculuğuyla erkenden zirve yapması ve büyük ihtimalle bir daha asla o performansa ulaşamayacağı gerçeği filmin en kötü yönü.

4-Beş Vakit-(Reha Erdem):Reha Erdem kurgusu ve olağan üstü dialoglarıyla aklımda yer etmiştir hep.Beş Vakit'te öyle bir kasaba sıcaklığı ve çocuk oyuncularla çekilen insana ait bir film.İlk 5'e girebilecek kadar iyi çekilmiş,iyi kurgulanmış.

5-Yumurta-(Semih Kaplanoğlu):Kasabalı Yusuf'un hayatındaki problemlere Reha Erdem'in bakışından daha kötümser daha gizemli bir bakış.Filmin başından itibaren rahatlıkla alabileceğiniz bir his veriyor Yumurta ama o hissi tam tarif edebilmek güç...

6-Kader-(Zeki Demirkubuz):Listemize iki filmle girebilen üç yönetmenden biri.Son on yılın listesini oluşturduğumuz için dışarıda kalan Masumiyet'in ve karakterlerinin ilk hali...Bekir'in aşk mı,kader mi bilemediği,bir türlü terkedemediği umutsuz alın yazısının hikayesi...

7-Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak-(Ahmet Uluçay):Üstüne söylenebilecek fazla bir söz yok.Allah rahmet eylesin.Tek uzun metrajlı filmi dahi Türk sinemasının köşe taşlarından biri olmaya hak kazanmıştır.

8-Takva-(Özer Kızıltan):Şahsen çok önemli bir film olarak görüyorum Takva'yı.Türkiye'deki din gerçeğini çok gerçekçi anlatıyor.Erkan Can'ın oyunculuğunu da filmle birlikte hatırlanması gerek...

9-Yazı Tura-(Uğur Yücel):Uğur Yücel'in oyunculuğu bitirdikten sonra yönetmenlikte de çığır açmaya başladığı ilk filmi.Gerçi aynı başarıyı Hayatımın Kadınısın'da sürdürdüğünü söyleyebilmek zor.Yazı-Tura'da listemizdeki çoğu film gibi gerçekçilikten ve taşradan besleniyor.Nevşehir,Olgun Şimşek ve Kenan İmirzalıoğlu da başarıyla bu filme eşlik ediyor.

10-Gönül Yarası-(Yavuz Turgul):Bir Yavuz Turgul-Şener Şen işbirliği daha ve ucu -ne hikmetse- yine taşraa dayanan sıcak,naif ve içli bir öykü daha.Ayrıca,Timuçin Esen'in parladığı döneme denk gelmiştir...

11-Babam ve Oğlum-(Çağan Irmak):Yüne hüzün,yine kasaba...Diğerlerinden farkı Babam ve Oğlum'un hepsinden daha fazla duygusal öğelere sahip olması...

12-Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?-(Ezel Akay):Bu film Türk sinema tarihinin en iyi tarihi filmlerinden biri...Hem tarihe farklı bir bakış açısıyla bakabilmesinden hem de filmin içindeki klasik Ezel Akay öğelerinden dolayı tüm övgüleri sonuna kadar hak ediyor...

13-Gölgesizler-(Ümit Ünal):Hasan Ali Toptaş'ın olağanüstü romanından uyarlanan Gölgesizler varoluşu ve belirsizliği taşrada işlemesi bakımından ilginç ve Ümit Ünal'ın romana sadık kalması sonucunda doğan Kafkaesk anlatım tarzıyla sinemamızda bir ilk...

14-Vavien-(Taylan Biraderler):Film bir ay kadar geç vizyona girmiş olsaydı şu an bu listede olamayacaktı şüphesiz.Veri 10 yılın son günlerinde görmüş olsakta kanımız çok ısındı ve listeye 14.sıradan girdi.Vavien'de bir kasaba hikayesi,kasabanın üzerinden insanların "hallerinin" anlatıldığı hoş,sıcak bir film.

15-Yaşamın Kıyısında-(Fatih Akın):Kesişen hayatlar,İstanbul,Karadeniz.Her biri için izlenebilir...

16-Korkuyorum Anne-(Reha Erdem):Klasik bir Reha Erdem filmi.Sadece filmde geçen diyalogların hatrına bile bu listeye girebilir ki çok daha fazlası var.

17-Pardon-(Mert Baykal):Ferhan Şensoy'un en başarılı sinema hamlesi.Çok özel bir film,en komik değil belki ama en fazla tebessüm ettiren film.

18-Issız Adam-(Çağan Irmak):Herhalde adı geçen filmler arasında en popüleri Issız Adam.Biraz da bu yüzden onu alt sıralara aldım.Hakkında yazılacak pek bir şey yok.Zira film hakkında hemen herkes fikir sahibi.Güzel bir aşk filmi diyoruz.Güzel güzel izleyin...

19-Vizontele-(Yılmaz Erdoğan):Listeyi tamamlamak adına girmiş olsa da ilginç çekim teknikleri,yoğun komedi unsurları ve yüksek bütçesiyle sinemamızda önemli bir yer tuttuğunu söylemeliyiz.

20-Fasulye-(Bora Tekay):Listemizin en yaşlı filmi.Fasulye çekileli tam 10 sene olmuş ve ben bu 10 senede Bora Tekay'ın adını bir kez olsun duymadım.Kendisi şu an ne yapıyor bilmiyorum ama Fasülye'nin bu "top 20" listesindeki en sıradışı,en keyifli film olduğunu söyleyebilirim.Selim Erdoğan'ın da Fasulye'den sonra bir türlü dikiş tutturamaması Fasulye'nin hayırlı bir film olmadığına mı işaret etmektedir acaba?

26 Ara 2009

McLeish'in Askerleri vs Chelsea


Birmingham-Chelsea:0-0


Son 6 maçından 5 galibiyet 1 beraberlik çıkarmayı başaran Birmingham evinde,liderliği koruyan fakat kötü günler geçirmekte olan Chelsea’yi ağırladı bu öğleden sonra.McLeish’in forvetteki sıkıntısını saymazsak Ridgewell ve Johnson’un da dönüşüyle,Birmingham sezon başından beri oynayan ilk 11’e yakın bir kadroyla çıkmıştı sahaya.O’Connor’un yokluğunda Birmingham'ın hücum gücü azalmıştı çünkü O’Connor rakip defansı arkasına alabilen,kaleye sırtı dönük oynamayı sevdiğinden top ondayken takımını rahatlatabiliyor ve hücuma fazla kişiyle çıkabiliyorlardı.Onun yokluğunda geçen sürede ise yaşayan son Leeds efsanelerinden Bowyer’ın ve Jerome Cameron’un klas golleri Birmingham’ı nispeten rahatlatmıştı ama bu akşam da gördüğümüz üzere hala gol bölgelerinde sıkıntı çekiyorlar.Bu eksikliğin dışında,defans hattı ideal oyuncularından oluşmuştu.Zaten eksiksiz bir savunma yaptılar.Rakibe bir an olsun boşluk bırakmamaya gayret gösterdiler.Zira boş alan bulan bir Chelsea’nin ne kadar etkili olabileceğini hepimiz biliyoruz.Tabii bu defansif başarının arkasında McLeish’in sene başından beri bozmamaya özen gösterdiği Bowyer-Ferguson ikilisinin başaırlı performansları da öenmli bir yer kaplıyor.Bu ikili çok soğukkanlı,savunmaya yatkın ve top hakimiyetleri yüksek olan oyuncular.Böylece takım savunmasının önemli bir parçasını oluşturuyorlar.Eğer futbol taktiksel hamleler oyunuysa McLeish’in Chelsea’ye karşı çok akıllıca hamleler yaptığını söyleyebiliriz.Oyunun kontrolü pek tabii Chelsea’nin elindeydi ve fakat Birmingham oyuna hiçbir zaman seyirci kalmadı,üstüne düşeni sıkı savunmayla ve topu kazandıklarında hızla hücuma çıkmakla yaptı.


Chelsea’de ise kötü gidiş devam ediyor.Sıkı savunmaları geçmekte zorlanıyorlar.Bu anlamda hızından ve tekniğinden faydalanabilecekleri Anelka’nın yokluğu da önemli bir dezavantaj oldu bu akşam.Sonuçta Birmingham Chelsea karşısında önlemlerini iyi almış.Genç kaleci Hart’ın da katkılarıyla kalesini gole kapalı tutup,yenilmeme motivasyonunu da devam ettirmesi açısından çok önemli olan 1 puanın sahibi oldu.Sanırım McLeish ve Birmingham bu sezona damgasını vuracaklar.

23 Ara 2009

Olmadı mı? Bi Daha!...


Güiza'nın son haftalardaki başarılı formundan sonra,bir kısım "yorumcu" çok değil daha iki hafta öncesine kadar söylediklerine aldırış etmeyip makarayı geri sarmaya başladı.Aslında leblebi gibi gol atarmış ama Fenerbahçe'nin hücum oyuncuları ancak anlayabilmiş Güiza ile nasıl oynanacağını falan filan...Bunlar işin hikaye kısmı,zaten bu tip isimlerin hikayelerden,yaşanmışlıklardan başka anlatabilecekleri bir tek satır yoktur.Kimilerinin ana dilini düzgünce kullanabilme yetisi dahi sanki çok olağan dışı bir durummuş gibi övülür olmuştur.Böylelerinin kapladığı köşelerden futbol tabii ki çıkar ama bir birini takip eden herhangi bir düşünce dizininin,siteminin çıkması mümkün değildir.Tutarlılık nedir bilmemeleri de bundandır.

Neyse,yeni yıla aynı kadroyla gireceğimize kesin gözüyle bakabiliriz.İşin ilginç kısmı bizim bile kendileri hakkında kaygı duyduğumuz aşikarken,onların kendilerini geliştirmek,bir gün olsun bir tek farklı kelime etmek gibi ufak kaygılardan dahi yoksun olduğunu görüyoruz.İnsan geleceği hakkında,beşeri sermayesine katkıda bulunmak adına en ufak bir kaygı taşımıyorsa yaşayamaz.Onlar hala nasıl yaşıyorlar aklım almıyor.

Arsene Wenger ekonomi,Pep Guardiola hukuk eğitimi almış olsa ne olur?Etiket olur.O yüzden Yılmaz Vural dağı,taşı dolaşıp Almanya'da eğitim aldığını söylüyor.Hangisi para ediyorsa ondan var...Yerliyse yerli,görgüyse görgü...Eğitim başka bir mevzu ancak asıl mesele insanın niyetindedir.Güzel bir şey yapmaya hevesli bir insanın kudreti başka kimsede yoktur.Eğer bir teknik adamın üçüncü sınıf motivasyon yöntemlerinden,basit kavgalardan,polemiklerden,basmakalıp sistemlerden başka futbola değil,takımına değil bir öğrencisine dahi bu saydıklarımdan başka katabileceği bir şey varsa,o ihtiyacı olan puanı almak için bir stratejisi varsa hiç şüphesiz söylüyorum o antrenör iyi bir antrenördür.

Mustafa Denizli sezon başında eleştiriliyordu,ardından gelen yenilmezlik serisinden sonra adına övgüler düzülmeye başlandı ve bugün yeniden eleştiriliyor.Türkiye'nin futbol tarihinde karalama amaçlı eleştiri,o takımın puan tablosundaki yeri ile pozitif bir ilişki içerisindedir.Aksini ne gördüm,ne duydum.Zaten ülkede de,herkes her zaman haklıdır.Henüz bir tartışmadan haksız çıkanı görmedim.O yüzden Güiza gol atsa da atmasa da bu ülkenin bir numaralı yorumcusu bellidir.Nasıl olsa o söylemiştir önceden.Söylemediğimiz bir şey kalmayınca haliyle söylediklerimizden biri doğru çıkar.Yeni yılda bir eksik söylemeleri dileğiyle...

16 Ara 2009

You Won't Fool the Children of Birmingham



Villa ve Birmingham...Birmingham şehrinin iki takımı.Villa ligde son 6 maçtır yenilmiyor,32 puanla üçüncü sırada ve lider Chelsea'nın ve Manchester'in sadece 5 puan gerisinde.Lig başladığından beri geçen 17 maçlık periyotta Chelsea,Manchester,Liverpool,Tottenham ve City gibi iddialı,ilk dört adaylarından hiçbirine kaybetmedi.Üstelik bu beş maçtan toplam 9 puan alarak bu alanda bir rekor kırdı(Arsenal'le henüz karşılaşmadılar).

Bu yenilmezlik serisinin ardında Martin O'Neill'in,genç oyuncularla tecrübeliler arasındaki uyumu yakalayabilmesi ve istikrarlı kadro yapısı büyük önem taşıyor.Geçen sezondan itibaren Agbonlahor ve Ashley Young'u takıma tamamen monte etti,Friedel,Heskey gibi oyuncuları ise her türlü eleştiriyi göze alarak takıma koydu.Orta sahada Petrov-Sidwell(bazen Milner) sağ kanatta Milner sol da ise Ashley Young'la istikrarlı,hızlı ve dinamik bir orta saha kurmayı başardı.Ada'nın umut vaadeden yeteneklerinden Downing'in de sol kanada yavaş yavaş monte edilmesiyle orta sahanın teknik kapasitesi daha da arttı ve bir anlamda takımın kalibresi yükselmiş oldu.Sezon başındaki Warnock ve transfer sezonunun kapanmasından hemen önce gerçekleşen Dunne transferiyle de kafasındaki defans hattını kurmuş ve bugünkü Aston Villa'nın temellerini atmış oldu O'Neill.Kısacası,iyi bir organizasyon ve yönetim yapısı içerisinde durmadan yükselen bir Aston Villa trendinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.Tabii bunda en büyük pay yukarıda da anlattığımız gibi profesör tipli hoca Martin O'Neill'in.

Birmingham'da yaşanan rüyanın mavilisine geçelim...Birmingham Ekim'in son haftasından beri yenilmiyor.Bu süre içerisinde yaptıkları 8 maçtan 6'sını kazanmayı bildiler ve ligde 6.'lığa kadar yükseldiler.McLeish'de aynı O'Neill gibi istikrarlı bir kadro yapısı kurdu ve takımı Premier Lig'e henüz bu sezon yükselmiş olsa da McLeish'in uygulamalarıyla sanki yıllardır Premier Lig'de oynuyormuş gibi.McLeish kadrosunda, Ferguson-Bowyer gibi eski günlerine dönüş özlemi taşıyan hevesli,tecrübeli yıldızlarla,O'Connor-Ridgewell gibi genç,kaliteli yıldızları barındırıyor ve sonuçta bizler her iki takımda da başarıyı getiren sistemlerin,yani McLeish ve O'Neill'in vizyonlarının,izledikleri yolların birbirlerininkiyle farklı olmadığını görüyoruz.

İki takımı da Premier Lig'de verdikleri üst düzey mücadelelerinden dolayı kutluyorum.Dilerim başarıları devam eder ve Villa ligi ilk 4 Birmingham ise ilk 6 içinde bitirir.

NOT:Ayrıca her iki takıma da T-Rex'den "Children of the Revolution" şarkısını gönderiyorum.

14 Ara 2009

Ada'da Haftanın Ardından


İngiltere'de hemen her haftanın yüksek tempolu ve bol gollü geçtiğini söylemek mümkün.Buna rağmen,bu hafta sonu oynanan maçlarla tamamlanan 16. haftanın gerek tempo gerek sürpriz gerekse de gol açısından diğerlerinden hiç bir eksiğinin olmadığını aksine ilginç goller ve sonuçlarla,gani gani fazlası olduğunu gördük.

Bitirdiğimiz haftada oluşan sonuçlara ve takımların performanslarına bir bakalım;

*Sanıyorum ilk olarak Stoke'den başlamak farz oldu artık.Pulis her ne kadar dışarıdan bize sevimli gelmese de,ben Pulis'i beğenenlerdenim.Daha doğrusu,kendime de açıklamakta zorlandığım bir şekilde tarzı hoşuma gidiyor.Evet,ortada beğenilecek bir şey yok çünkü topa sahip olan,oyunu yönlendiren,kısacası "güzel" futbol oynayan bir takım değil Stoke.Ve fakat,sıkı savunması ve bol disiplinli orta saha anlayışı da oldukça hoşuma gidiyor.Ayrıca dünyada taçları en azından bir korner kadar etkili kullanabilen kaç takım daha var ki?Sırf bu yüzden bile sevilebilmeli Stoke.İlginç bir takım ve ilginç bir hoca.Wigan maçına da aynı disiplinle başladılar,fakat hala hücum hattında sorunları var.Bu sorunun Tuncat-Beattie ikilisinin yan yana oynaması durumunda çözüleceğine inanıyorum.Defans hattı çoğu Premier Lig ekibine göre çok daha sağlam,orta sahaları yaratıcı değil fakat iş yapar.Hücum gücü içinse aynı şeyi söyleyebilmek zor.

Wigan hakkında söyleyecek pek sözüm yok.Ligin en renksiz takımlarından biri olduğunu düşünüyorum.Kimin nerde oynadığı,ne yaptığı belli değil.Topun kendilerinde kalmasını istiyorlar fakat böyle bir kadroyla bu mümkün değil.Kulübün sahiplerinin bu "tatsız" gidişe nasıl önlem alacaklarını bilmiorum ama Roberto Martinez'i göndererek başlayabilirler mesela...

NOT:Figueroa sırf o sol ayağı ve attığı insan üstü gol hatrına bir süre daha takımda kalabilir.

*Chelsea-Everton maçı şüphesiz haftanın en ilginç maçlarındandı.Moyes'in artık yükselişe geçmesi gerekiyordu ve yükselişe geçmek için de en iyi yer Stanford Bridge'ydi.Şansının da yardımıyla beraberlik almasını bildi.Bu sezonun en talihsiz takımlarından biri Everton.Çünkü onlardaki kadar sakat ve formsuz oyuncu başka hiç bir takımda yok.Bu maçta da tam Yakubu form tutmaya başlamışken Jo sakatlandı.Moyes'in kadrosu sakatlıklara karşı çok hassas ama yine de,umutla yükselişe geçeceklerine inanıyorum.
*Wolves'in deplasmanda Tottenham'ı yenmesini çok önemsiyorum.Haftanın en büyük sürprizlerinden biri oldu bence.Galibiyet golünün Doyle'nin ayağından gelmesi de benim için ayrıca manidar oldu.Wolves ligin alt sıralarını oluşturan diğer takımlara göre daha renkli bir futbol anlayışına sahip.Aldıkları bu üç puan da ligde kalma umutlarını arttıracaktır.Tottenham ise bu mağlubiyetten dolayı yara almıştır düye düşünüyorum.Sene başı tezim,Tottenham'ın giderek orta sıralara doğru ineceği yönündeydi.Liverpool ve Arsenal'in ciddi ikramları yüzünden bugüne kadar bu gerçekleşmedi ama sanıyorum yavaş yavaş altı sıralara doğru inecektir Tottenham.

*İşte haftanın en ilginç maçı.Old Trafford'da 24 senedir Aston Villa'ya yenilmeyen,son 31 maçtır namağlup ve her maçında gol atan bir Manchester...Maç sonunda bu istatistiklerin hepsi tarihe karıştı tabii.Aslında gol için çok çabaladı Manchester ama eminim O'Neill dahi böyle bir Aston Villa beklemiyordur maçtan önce.Manchester iyiydi ancak Aston Villa çok daha iyiydi ve bu yüzden maçı Aston Villa kazandı.Tabii,Manchester'ın defansta yaşadığı sorunları da unutmamak gerekir sene başından beri sürekli oynayan bir kalecisi yok ve defans hattında çok sayıda sakat mevcut.O kadar ki,Fletcher sağ bek oynamak zorunda kaldı Cumartesi akşamı.Gerisini siz hesaplayın...

*Burnley ile Fulham 1-1 berabere kaldılar.Bu sonuç iki şeyin göstergesi gibi oldu:1-Burnley'in bu sene düşmeye niyeti yok.2-Fulham bu sene geçen sezonu mumla arar.Tabii bunda Simon Davies ve Andy Johnson'ın sakatlıklarının da payı var ancak yine de Fulham'ın bu sene aynı başarıyı göstermesi zor görünüyor.Oysa,İbrahim Altınsay'ın Fulham'ı geçen sezonki yerine çok yakışmıştı:)

*Bolton-City maçı da beraberlikle sonuçlanan maçlardan oldu.City 3 kez geri düşmesine rağmen beraberliği yakalamasını bildi.Beraberliği yakaladığı takımın Bolton olması City'nin performansı hakkında yeterli bilgiyi veriyor diye düşünüyorum.Bolton cephesinde de değişen bir şey yok.Bu beraberliğe rağmen ligin sonuna kadar düşme potasının içinde yer alacaklar ortada.Fakat Klasnic hamlesi çok yerinde olmuş.

*Birmingham evinde West Ham'ı yendi ve bu galibiyetle birlikte yanılmıyorsam 9.haftadan beri yenilmiyorlar.Alex McLeish sene başında "her takımı yenebilecek güçte bir takımız" demişti.Sözlerinde haklı olduğunu ispatladı adeta.Şu an ki formuyla takımın tepeye oynamaması için hiç bir sebep yok.O'Connor'un da katılımıyla birlikte forvet hattı daha da güçlenecektir.

West Ham da sene başından beri aynı...Artık Ashton da olmayacak.Carlton Cole de sakat.Peki bir Diamanti Cole+Ashton eder mi?Sanmam.İzleyip,göreceğiz.
*Liverpool Arsenal mağlubiyetiyle zirveye ortak olmak için eline geçen son şansı da kaçırmıştır.Kötü gidişin devam edeceğini düşünüyorum.Bunun yanında,Arsenal için de iyi şeyler söyleyebilmek zor tamamiyle Arshavin'e bağlı olmaya başlıyorlar ki bu kötüye işarettir.Yine de Liverpool'dan çok daha iyi durumdalar.Artık Rafa Benitez gitmeli midir?Kesinlikle evet.Peki tek sorun Benitez midir?Kesinlikle hayır.

Haftanın Öne Çıkan Topçuları :

1-)Lee Bowyer :Eski günlerine dönüş sinyalleriyle...

2-)Maynor Figueroa:Attığı insan üstü gol ile...

3-)Andrei Arshavin :Takımının "yıldızı" olmaya başlamasıyla...

4-)Ivan Klasnic : City'e attığı iki golle...

5-)Aston Villa takımı : Manchester'dan aldıkları olağan üstü galibiyetle...

6-)Xabi Alonso : Eski takımına bu kez de tribünden destek vermesiyle...


14 Aralık 2009

13 Ara 2009

Bir Haneke - Binoche Ortak Yapımı : Code Inconnu


Michael Haneke'yi ve sinemasını herkes sevmez,sevemez,zor gelir çünkü.İzleyiciyi zorlar,çoğu zaman sıkar.Bizler hayatımızda genellikle derdimizi,henüz anlatmadan başkalarının anlamasını isteriz.Bunun yanında ne sıkıntımızı ne de sevincimizi kolaylıkla anlatabiliriz bir diğerine...Hal böyle olunca Haneke'nin mekanın gözü olarak yerleştirdiği kamerasında gördüklerimizi anlamaya zorlamayız kendimizi,canımızı sıkar kamerasının şahit oldukları.Çünkü o kadar çok şey anlatır ki o kamera,zoraki iletişime geçen ve zar-zor anlaşan bizler o kameranın anlattıklarına kulak vermek istemeyiz.Dediğim gibi ya zaten iletişimde yaşadığımız zorluklardan dolayı ya da gerçeklerin canımızı sıkmasından,bizlere unuttuğumuz ama gerçek olan birşeyleri anımsattığından...Kabul,izlemesi zordur,kimi sekansları belki de gerçekten olmamıştır.Yine de,Haneke kadar bizim içimizdekini bize gösteren bir başka yönetmen daha var mıdır bilmiyorum.

Gidip Amerikalara kadar filmler çekti Haneke.Sebebini "anlattıklarımın daha çok insana ulaşmasını istiyorum" olarak açıkladı.Yani Haneke Tarantino gibi değil.Onun anlattıklarına bayılmıyor kimse.Julliet Binoche'de olmasa...Kimse kulak asmıyor anlattıklarına.Çünkü,görkemli yeni şatolarımız,metropollerimizdeki tüm çelişkileri,o meşhur şehir hayatımızın tüm çürümüşlükleri,yüz yıllık bir aşk hikayesinin gölgesinde,kapitalist korku çağına tuttuğu aynayla tüm endişelerimizi,şüphelerimizi hatta ahlak anlayışımızda meydana gelen tahribatları korkusuzca,bizim görmemek için kıvrandığımızı bile gözümüzün içine sokarcasına bir tek o anlatıyor.O yüzden Haneke sineması genelde sevilmez.İki saatlik boş vaktimizi de adeta konuşan bir ayna karşısında geçirmek istemeyiz çünkü.

Code Inconnu'da da(Bilinmeyen Kod) bunların hepsi mevcut.Kırk küsür sekans ve her birinde ayrı bir temas.Sinema kariyeri peşinde koşan pek güzel bir Binoche,savaş muhabiri sevgilisi,ateşli,hırslı bir siyahi genç,Romanya'dan bir sürü umutla Fransa'ya irtica eden göçmen bir kadın...Hepsi bir gerçeği anlatmak için var.Film,karakterlerin yollarının kesiştiği sahneyle başlıyor ve adeta tümden gelim yöntemiyle karakterlerin hayatlarına misafir oluyoruz.Sekansların çokluğu ve zaman-mekan uyuşmazlığı sebebiyle kimi yerlerde zihnimiz bulansa da ve film çoğu Haneke filmi gibi sorulara cevap vermeden,anlatılanlara bir ekleme yapmadan bitse de genel itibariyle her zamanki gibi çok iddialı ve gerçekçi bir Haneke filmi ile karşı karşıya kalıyoruz.Yüzleşmesi zor,izlemesi zor ama gerekli.

12 Ara 2009

Stoke City - Wigan Athletic : 2-2


Eğer bu maçı izlediyseniz Premier Lig'deki orta sıra takımlarının maçlarının bile ne kadar üst düzey bir mücadele ve heyecan barındırdığını kolaylıkla anlayabilirsiniz.Bu maç,Premier Lig'in neden diğer liglerden daha "iyi" bir lig olduğunu bugün bir kez daha kanıtlamıştır.Orta sıra takımlarının üst düzey mücadelesinde,oyun iki taraf arasında da gidip gelmesine rağmen beraberlikle bitti ve böyle bir mücadeleden sonra iki takımın hocasının da sonuçtan pek şikayetçi olacaklarını sanmıyorum.

Maçla ilgili değerlendirmelere gelirsek;Tony Pulis'in Tuncay'ı ısrarla yedek kulübesinde tutmasının Ada basınında dahi eleştirildiğini biliyoruz.Pulis,sezonun genelinde Beattie-Fuller ikilisine şans vermiş,Kitson ve hatta Sidibe de çoğunlukla forma şansı bulabilmişlerdi(Kitson'ın ligin 8.haftasından sonra Kasım sonunda Middlesbrough'ya kiralandığını belirtelim.).Buna rağmen Tuncay bu maça kadar sadece bir maçta ilk 11'de başlamıştı.Tabii Tuncay'ın yedekliği Pulis'in sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu.Defans hattını oluşturan dört oyuncusunun dördünün de stoperden devşirme,uzun-kalıplı ve yavaş isimler olduğunu(son maç itibariyle sol bek 1.91'lik Huth stoperler yine 1.91'lik Shawcross ve 1.87'lik Abdoulaye Faye),orta sahanın ortasında yavaş ama kontrollü Dean Whitehead ve Diao sağ kanatta taçlar dışında oyunda hiçbir etkinliği bulunmayan Rory Delap...Sol kanadı kullanan Etherington dışında çabuk hızlanabilen,adam eksiltebilen bir başka oyuncu daha yok Pulis'in sisteminde.Zaten bu sistemin sahaya yansıması da,tamamen hava toplarına ve taçlara dayalı hücum varyasyonlarıyla ve sıkı,yerini kaybetmeyen,disipline bir orta saha ve yine hava toplarına hakim bir defans anlayışıyla gerçekleşiyor.Doğru veya yanlış,bugüne kadar Pulis'in bu sistemle "başarılı" olduğunu hep birlikte izledik.Yani,Pulis'in Tuncay'ı kadrosunda düşünmemesini kişisel sorunlardan çok,sistemin ta kendisiyle bağdaştırıyorum.

Fakat bugün maça çıkmadan önce bir değişiklik vardı kadrolarda.Son maçlarda performansıyla ilgili ciddi sıkıntılar yaşayan Beattie yedekteydi(Pulis'le yaşadığı tartışmaları da unutmamak gerek) ve Fuller-Tuncay ikilisi sahadaydı.Bu ikili aynı zamanda sene başından beri Stoke'un forvet ikilisini oluşturanlar arasında en kısa olanıydı(Fuller 1.91 Tuncay 1.82).Zaten bu "kısa" ikilinin hava toplarında önceki maçlara göre etkisiz kaldığını gördük.Tabii bunda çok iyi bir maç çıkaran Wigan'ın 7 numarası Scharner'ın da etkisi büyüktü.Hava toplarının yanı sıra,Tuncay-Fuller ikilisinin yerden de istediği hakimiyeti kuramadığını söylemeliyiz.Kısacası bu ikili iyi anlaşamadılar.Fuller'ın yerine,Tuncay'ın partneri olarak en iyi seçimin Beattie olduğu inancındayım.

Maçın başından itibaren Stoke taç atışlarıyla üstünlüğü ele geçirmek istedi.Ancak çok ciddi bir tehlike yaratatabilecek hiçbir taç atışı olmadı.Wigan ise topu ısrarla yerden oynadı ve çok geçmeden orta sahada hakimiyeti eline aldı.Stoke ise bu hakimiyeti kırmak için orta sahada bolca faul yaparak rakibini durdurmak istedi ve ilk gol yine böyle bir faul sonunda kullanılan duran toptan Boyce'un kafasıyla geldi.Wigan'ın erken gelen golünden sonra ,Stoke uzunca bir süre bocaladı.Ta ki,Tuncay'ın golüne dek...Tuncay Stoke formasıyla ilk golünü atıp ilk yarının 1-1 bitmesine vesile oluyordu.

İkinci yarının başından itibaren Stoke Wigan kalesine daha fazla yüklenmeye başladı ama hücum yaparken Etherington ve ara sıra Whitehead'ten başka kullanabileceği pek fazla oyuncusu olmayınca bir süre sonra ister istemez gol yollarında kısırlığa yakalandı.Bu süre içerisinde,gücünü ekonomik kullanamayan Tuncay'ın da yorgunluktan dolayı ilk hareketini bir sonraki hareketiyle devam ettiremediğini gördük.Tam da o anlarda,Stoke'un gardının düştüğü bir an,belki de bu sezonun en enteresan golünü izledik.Orta sahanın gerisinde faul kazanan Wigan'da Figueroa topu hiç bekletmeden kaleye yolladı ve önde olan Sorensen'i jeneriklere geçecek bir şekilde yere düşürdü.Ancak,Stoke biraz da şansının yardımıyla tahrip gücü yüksek bu golden sadece iki dakika sonra,kornerden,kanaatimce geleceğin en parlak stoperlerinden biri olacak Shawcross'un kafa vuruşuyla yeniden beraberliği yakaladı.

Son on beş dakika oyun çok hızlandı ve iki tarafta tehlike yaratabilecek pozisyonlar yakaladılar.Yine de,son daikalarda Wigan'ın daha etkili olduğunu söyleyebiliriz.Nitekim,uzatmalara girlirken,ofsayt da olsa kazandığı penaltıyla maçı 3 puanla bitirmeye iyice yaklaşan Wigan'da Rodallega'nın kullandığı kötü penaltı hem maçın berabere bitmesini sağladı hem de Sorensen'in taraftarlarca affedilmesini kolaylaştırmış oldu.Ez cümle,Stoke-Wigan maçı Ada'da nefesleri kesecek bir hafta sonu yaşanacağının habercisi oldu.

10 Ara 2009

Ada'nın Forvetleri #1 Cahil ve Evcimen:Andy Johnson

1981'de,İngiltere'de Coventry,Cambridge ve Luton şehirlerinin oluşturduğu üçgenin tam ortasında yer alan,ve ismi bize sadece,hala sokaklarda görebileceğimiz bir kamyon markasını anımsatan,İngiltere'nin suç oranı en yüksek şehirlerinden biri olan Bedford şehrinde doğmuş Andy Andrew Johnson.Bedford'ta kaç sene geçirdiğini bilmiyoruz,ancak on altı yaşından itibaren Birmingham alt yapısına geçtiğini biliyoruz.Birmingham'a geçmeden önce de Luton Town'da futbol eğitimi almış.Yani,Bedford'ta pek kalmamış.Ancak kaldığı süre gelişimini tamamlamasına yetmiş olmalı ki kendi kişisel sitesinde göğsünü gere gere kitap okumayı sevmediğini söyleyebilmiş.Neyse,zaten kitap okuduğunu söyleseydi şaşırırdık!Ayrıca biz onu kitap okuyup okumadığı için değil,futbolculuğu için bu satırlarda konu ediniyoruz.

Birmingham kariyeri on yedi yaşında başladı ve tam beş sene sürdü.Buna rağmen,bu beş sene içinde Premier Ligle ilgilenen kimsenin Andy Johnson'ın geleceği hakkkında parlak bir fikre sahip olması söz konusu dahi olamazdı.Saçları yeni yeni dökülmeye başlayan on sekizlik bir delikanlıyken,1998'in Eylül ayında Championship'te,ilk kez profesyonel anlamda takımının formasını giyiyordu.O gün,sahada kendisini garipsediği gibi,beş yıl boyunca da hiç bir zaman tam olarak benimseyemeyecekti Birmingham'ı ve geçirdiği 5 senede,forma şansı bulduğu 87 maçta yalnızca 8 gol atabilerek başarısız Birmingham kariyerine nokta koyuyordu.Bu ayrılığın Birmingham'ın Premier Lig'e çıkmaya hak kazanmasının hemen ardından yaşanması da kariyeri için bir başka dibe vuruş gibi gözüküyor ve olası bir Premier Lig "debut"unu engellemiş oluyordu.Ancak,Johnson'ı gidişinin ardından,Birmingham forvetlerinden hiç biri Johnson'ın çok üstünde bir performans sergileyemiyordu.Ne "ürkek" golcü Dugarry,ne Manchester United tarihinin ilk Amerikalısı ve aynı zamanda ilk Makedon'u olan,ardından Borissia Dortmund'da dört sene geçirip ancak bir gol atabilen ve aynı şekilde devam eden Crystal Palace macerasının ardından soluğu Birmingham'da alan Jovan Kirovski(iki sezon da 23 maçta oynamış ve yalnızca 2 gol atabilmiş.).Ne en son 2006'da,Almanya'da,ülkesi Trinidad&Tobago adına izlediğimiz Stern John ne de bizdeki karşılığı Ümit İnal olan nam-ı diğer "alt ligler golcüsü" Geoff Horsfield...Kirovski'den haberim yok ama Stern John ve Horsfield hala futbol oynuyorlar ancak hiç birinin kariyeri Johnson'ınki kadar iyi değil oysa hepsi Johnson'dan daha erken büyük kulüplerde ve liglerde boy göstermeye başlamışlardı.Johnson ise Premier Lig için Crystal Palace'ı beklemek zorundaydı.

2002 yazında,eski takımını Premier Lig'e uğurlayan Johnson tekrar Championship'e dönüyordu.İki sezon daha Championship'de "sürgün"dü.Tüm bu olumsuzluklara rağmen,artık olgunlaşmış ve Championship'e alışmıştı.İlk seneyi Akinbiyi-Adebola ikilisinin arkasında,genelde yedek kulübesinde geçirse de ikinci sezonunda 32 gol atmayı başararak Championship'te gol krallığınına ulaşıyor ve takımı da play-off'lar sonunda Premier Lig'e yükselmeye hak kazanıyordu.Crystal Palace,Premier Lig'de geçirdiği bir sezonun ardından dramatik bir şekilde West Bromwich'in bir puan gerisinde,33 puanla ligden düşüyordu.Fakat Johnson'ın performansı takımınınkiyle uyuşmuyor,aksine tam ters yönde ilerliyordu.O sezon,bir alt ligin "kral"ı olan Johnson attığı 21 golle Premier Lig'in ikinci kralı oluyordu.En sonunda herkes Johnson'ın adını duymuştu.Artık vakit Premier Lig'de kalıcı olma vaktiydi!

Olmadı...Premier Lig' e veda eden Crystal Palace'dan ayrılmak istediğini belirtti.Satış listesine konulmak istedi.Ancak olmadı ve yeni sezonun başlamasına bir kaç hafta kala Palace ile 5 yıllık yeni bir mukavele imzaladı.Oysa Everton'a gitmek istediğini açıkça söylemişti.Zorla kurtulduğu Championship'e geri dönüyordu.Fakat yalnızca bir seneliğine.Ertesi sezon Everton'a transfer olduğunda ise arkasında şöyle bir istatistik bırakıyordu:145 maç 75 gol.Maç başına 0,51'lik bir gol ortalaması...

2006 yazında,Everton'a 10 milyon pound karşılığında transfer oluyordu.Ve 25 yaşında,belki de ilk kez düşme korkusu hissetmeden,dünyanın en üst düzey liginde forma şansı buluyordu.Everton'da geçirdiği ilk sezon hiçte fena sayılmazdı.32 maçta 11 gol bulmuş ve takımın değişilmezlerinden olmuştu.Everton yılları,ayrıca Johnson'ın futbolunun belirli bir şablonda temellenmesi bakımından da dikkate değerdir.Bir çoğumuz ilk kez Everton'da izledik onu.Eminim kendisi de,ilk kez Everton'da izlemiştir kendini(Futbolunun gelişimi bakımından).Onu anlatırken kullandığımız sözcükler,Moyes'un önderliğinde kendisinde vücut buldu.Gücünü ilk kez bu kadar etkin kullanabildi örneğin,ya da şutlarını.Tüm defansla tek başına mücedele ediyordu.Yılmadan,pes etmeden mücadele etmesi,çimlere,sökercesine basması ve takipçiliği...Tribünlerin sevdiği ne özellik varsa Johnson'da idi.Bu performansıyla İngiliz Milli Takımı'na kadar yükseldi.Gerçi Everton macerası,ikinci senesinde ilki kadar iyi geçmedi.Ardından da,12 milyon pounda Fulham'a sattı onu Moyes.Everton'dan Fulham'a geçmek, kağıt üstünde,kariyeri için bir gerileme diye düşünülebilirdi.Ancak öyle olmadı.O sezon konar-göçer hocalardan Roy Hodgson'la yeni bir yapılanmaya giden Fulham için Johnson tam aranan isimdi.Fulham'da ilk sezonunda Zamora ile iyi bir ikili oluşturdular ve sezonun çoğunda(31 maç) görev aldı Johnson.Attığı gol sayısı eski günlerini mumla aratsa da,kendine işleyen bir sistem içinde rol bulduğundan gol atamıyor oluşu pek göze çarpmıyordu.Zaten geçen sezonu Fulham kimsenin beklemediği bir biçimde (İngiltere'de çıkan Four-four-two'da sezon öncesi rehberinde Fulham'ın ligi 17.olarak bitireceği yazılıydı!) 7. bitirmeyi başarmıştı.Dolayısıyla Johnson'ın gol yollarındaki kısırlığı da pek dikkat çekmiyordu.

Hayatı boyunca hiç kitap okumadığını söylüyor Johnson.Fakat yapmayı en çok sevdiği şey karısı ve çocuklarıyla vakit geçirmekmiş.İdmanlardan sonra ise sürekli uyuduğunu söylüyor.Kitap okumaması ve dazlak kafasıyla tipik bir Britanyalı futbolcuyu andıran Johnson,boş zamanlarını ailesiyle ve uyuyarak geçirmesiyle ise çoğu meslektaşından ayrılıyor.Çünkü,Britanyalı futbolcular familyasının sicilinin pek temiz olmadığı ortada.Joey Barton,Lee Bowyer ve Jonathan Woodgate bunlardan sadece üçü...Dolayısıyla Johnson'ın kitap okumadığını utanmadan dile getirmesiyle tipik bir "cahil" olduğunu söylesek de ailesine düşkünlüğü ve evcimen yapısıyla tipik Birtanyalı futbolcu imajından sıyrılmış olduğunu kabul etmek zorundayız. Johnson hala Londra'da belki de dünyanın en "şirin" stadı Craven Cottage'da Fulham'ın başarısı için çalışıyor.Bu sezona iyi başlayamadı ve forma şansı bulduğu 5 maçta hiç bir varlık gösteremedi.Zaten şu anda kasığındaki bir sakatlık yüzünden forma giyemiyor.Fakat formunda bir Andy Johnson'ın takımına katkısı sanıldığından çok daha fazla olacaktır diyerek her biri bitmek bilmeyen inatçılık,takipçilik eseri olan gollerinin devamını görmek umuduyla Johnson'ın Fulham performansının devamını merakla bekliyorum.

5 Ara 2009

David Moyes Efsanesi Sona Mı Eriyor? 14. Hafta İtibariyle Bir Everton İncelemesi

Bu hafta sonu oynanacak maçlarla birlikte İngiltere'de on beşinci haftaya girmiş olacağız.Aralık'ın ilk hafta sonu itibariyle Premier League'de pek sürpriz yok.Şampiyonluk mücadelesi yine Chelsea ve Manchester arasında geçiyor,Arsenal her sene olduğu gibi sakatlıklarla boğuşuyor ve en azından ilk dörtteki yerini korumaya çalışıyor,Liverpool takipçilerini hayal kırıklığına uğratmaya devam ediyor ve Everton...Premier League'deki herhangi bir sezonda,bu cümlenin "ve Everton ilk dörtte kendine yer bulabilmek için takibi bırakmıyor..." şeklinde bitmesi gerekirdi.Ne ligin tepesinde ne de dibinde bir değişiklik var ancak ilk dördün hemen ardındaki o amansız,yılmayan takipçi Everton,Aralık ayı itibariyle havlu attı ve düşme hattının yalnızca üç puan üstünde,on altıncı sırada yer buldu kendine.Bu durumun geçici olduğuna inanan bendeniz gibilerin saf inancının yanında,insanlar Everton'ın zaten parsellenmiş ilk dört sıranın,ardından yüksek maddi imkanlı iki kulübün(Manchester City,Tottenham) ve istikrarlı performansıyla yeni bir Everton olma yolunda giden Aston Villa'nın önüne geçebileceğini düşünmüyor artık.Haklılar mı?Yoksa Moyes'dan bir mucize daha bekleyebilir miyiz?Şüphesiz işi zor ama Everton'a ilk geldiği sezon da ortada bundan iyi bir tablo yoktu...

Four-Four-Two Kasım sayısında Moyes'a bir anlamda güven oyu vererek onu "kendi neslinin en iyi teknik direktörü" olarak lanse etmiş ve onun hikayesine 3 sayfa ayırmış.Biz de Four-Four-Two'nun yolundan gidelim ve yedi buçuk yıllık bu birlikteliğin analizini yapalım.Öncelikle güncel'den başlayalım.Everton'ın bugünki konumunu neyle açıklayabiliriz?İlk olarak,aklımıza yukarıda da belirttiğim gibi halihazırda dört şampiyonluk adayı varken,geçen sezondan itibaren güderek güçlenmeye başlayan Tottenham ve Manchester City realitesi gelmelidir.An itibariyle,ligin ilk sekiz sırasını oluşturan takımların transfere ayırdığı bütçe,Moyes'un belkide iki yıllık transfer harcamalarına denk gelecektir.Üstelik bu sekiz takımdan biri lige geçen sene çıkan Sunderland.Bunun yanında,Everton'ın Lescott'tan 24 milyon pound kazandığını söyleyebilirsiniz.Fakat Moyes'un dezavantajı,diğer meslektaşları gibi bu parayı bir flaş transfere ayırabilecek kadar savruk kullanamayacak olmasıydı.O,Lescott'ın parasıyla Distin,Bilyaletdinov ve Heitinga'yı alacak,Lucas Neill'i ise bedelsiz olarak kadroya katacaktı.Bunların dışında Moyes'un yedi senelik Everton macerasında takıma kattığı en pahalı oyuncunun 16 milyon pound değerindeki Fellaini olduğunu belirttiğimizde,Everton'la yarıştığı takımların arasındaki transfer harcamaları farkının ne boyutlarda olduğunu anlamamız zor olmayacaktır.Yani,Moyes ve diğerlerinin eşit şartlarda mücadele ettiğini söyleyemeyiz.Buna rağmen son altı sezonda beş kez ilk beşe girebilme başarısını göstermiş bir hocadan daha fazlasını beklemek garip olmayacaktır.

Gelelim ikinci sebebe.Evet Arsenal da sakatlıklardan kurtulamıyor Liverpool da...Yine de van Persie sakatlandığında bile elinde hala Eduardo,Rosicky,Nasri,Arshavin gibi isimler varsa sakatlık problemleriniz pek ciddi olmayacaktır.Ya da Tottenham gibi Modric'in eksikliğini bir hafta geçmeden Kranjcar'ı satın alarak kapatabiliyorsanız,bu,sakatlıklardan şikayet etmemelisiniz demektir.Aslında,bu durum Liverpool için pek geçerli değil.Çünkü onlar Torres veya Gerrard olmadığında zorlanıyorlar.Yedek kulübelerinin pek iyi olmadığı ortada.Aynı durum Liverpool şehrinin mavilisi Everton için de geçerli.Arteta sezon başından beri sakat ve yerine koyabilecek daha iyi bir adamı yok Moyes'un.Arteta'nın sakatlığını tüm takımın performansı için bir bahane olarak sunmak niyetinde değilim.Zaten sorun bir tek Arteta'nın sakat olmasından kaynaklanmıyor.Rus yıldız Bilyaletdinov'un takıma geç katılmış olması ve bir türlü istenen dakikaları alamaması,takımın can damarı konumundaki Tim Cahill'in on dört maça ancak tek gol sığdırabilen performans düşüklüğü,Yakubu'nun henüz golle tanışamaması ve kötü oyunu...Bu kötü performanslara geçen sezonun flaş ismi Fellaini'ninkini de ekleyebiliriz.Sonuç olarak,saydığım tüm bu isimlerin yokluğu veya kötü performansı Everton'ın orta sahasının ve forvetinin neredeyse tamamen "bitik" durumda olduğunu göstermektedir.Bunu,on sekizlik Rodwell'in on dört maçın on üçünde forma giymesiyle ve Saha'nın,takımının attığı toplam on yedi golün sekizinde imzasının bulunmasıyla da ispatlayabiliriz sanıyorum.Everton'ın kısıtlı imkanları ve nispeten dar kadrosuyla sakatlığı ve formsuzluğu tolere edebilmesi rakiplerinden çok daha zor oluyor.

Son olarak,umutların tükenmemesi adına geçen sezondan örnekler verebiliriz.Geçen sezon da ligin başından itibaren Everton dikiş tutturamamıştı ve dördüncü hafta sonunda on sekizinciliğe kadar düşmüşlerdi.Dokuzuncu haftaya on altıncı giren Moyes ve ekibi ardından toparlanmış ve on dokuzuncu hafta elde ettikleri altıncılığı tam on beş hafta bir basamak aşağı inmeden korumuş sonuçta ligi beşinci bitirmeyi başarmışlardı.Moyes yapısı gereği bu sezonun böyle bitmesine izin vermez ,bunu kabul edemez.Zira bu,yedi yıl önce düşme potasından aldığı takıma bir anlamda çağ atlattıran bir teknik adam profiline uymaz.Pek arabesk olmasından çekinerek bir gerçeğin altını çizmek gerekir diye düşünüyorum:Moyes'un olduğu yerde umut vardır.
Bahsettiğimiz isim ne "kurt" Steve Bruce,ne Güvenç Kurtar'ın bir üst modeli Sam Allardyce(Güvenç Kurtar bu cümlede olumlu anlamda kullanılmıştır.Çalıştırdığı takımları düşme potasından kurtarması bakımından.) ne oyununu gol yememek üzerine planlayan Pulis ne de karizma yoksunu Hughes.Moyes belki hala bu isimlerin gölgesinde.Sansasyonel olmadığı,çok konuşmadığı ve belki de başarılarını anlatmayı o kadar sevmediği için.Ama ne Bruce ne Pulis ve hatta ne de Allardyce onun yaptıklarının yanına dahi yaklaşamadı.İngiltere'nin en uzun süre bir takımı çalıştıran dördüncü hocası olamadı mesela hiç biri(Allardyce bu istatistikte bu isimlerin dışındadır.)ya da ilk dörde dört büyükler ve Newcastle dışında bir takımı sokamadı hiç biri...Dolayısıyla,Moyes efsanesinin bittiğini kabul etmek yanlış olacaktır.Kendisinin de kabul edeceği gibi artık lig daha zor ve ilk altı için mücadele vermeleri gereken daha fazla takım var ,hepsi bu.Bunun dışında Moyes'un "küme düşmeme mücadelesi veren bir takımı genç ve taze bir futbol kulübüne dönüştürme isteği"nin hala şiddetle devam ettiğine inanıyorum.O yüzden Moyes'un olduğu yerde umut ve hafiften bir Ferguson esintisi vardır diyorum.

28 Kas 2009

Okuma Listesi #2 Dublörün Dilemması-Murat Menteş


Sanırım 2005 yılında ilk baskısı çıkmıştı piyasaya.O zamandan beri aklımdaydı kitap.Geç oldu ama geçte olsa okuduğum için şanslı sayıyorun kendimi.Kimi kitapları alırken hakkında hiç bir fikriniz yoktur ama kapağı,arkasında yazılanlar sizi kitabı almaya iter.Dublörün Dilemması'da o tür kitaplardan.Kapağı belki de en iyi yerli kitap kapaklarından bana kalırsa.Arkasında ise bambaşka bir alem var.Nihat Genç iki satırlık yerde dahi tartışıyor ve şiddetle tavsiye ediyor kitabı.Hakan Albayrak "böyle kitap okumadım" diyor.Yani Dublörün Dilemmması hakkında bir fikriniz olmasa da kitabı görüp,beğenip alabilirsiniz.

Kitabı okuyunca Hakan Albayrak'ın sözlerini hatırladım.Albayrak haklıydı.Flash-back'leriyle,çok karakterli anlatım yapısıyla,yer yer abartıya kaçan esprili anlatımıyla adeta bir film gibiydi kitap.Yani daha önce böyle bir kitap okumadığınız konusunda bende bahse varım(en azından Türkçe'de).Ancak kendine özgü olması bir başyapıt olduğu anlamına gelmesin.Kelimlerle güzelce oynanmış,heyecanlı bir roman yazılmış olmasına rağmen Türk Romanı'ndaki sıralaması ancak ortanın üstü olacaktır.Bu bir anlamda övgü bile sayılabilir 30'lu yaşlarında kaç kişi ilk romanıyla vasatı aşabilmeyi başarmıştır ki?İkinci ve son romanı "Korkma Ben Varım"ı da en kısa sürede okuyup Murat Menteş'in katettiği mesafeyi kendimce değerlendireceğim.Özellikle anlatımındaki özgüven açısından önemsediğim,takip ettiğim kısacası farklı bir isim Murat Menteş.

Not:Kitabı okurken sürekli "Güneşin Oğlu" filmini anımsadım.Bence Dublörün Dilemması'nın sinemamızdaki karşılığı "Güneşin Oğlu"dur.

24 Kas 2009

Liverpool(Everton) - Trabzon Hattı

Malum Hikmat Karaman hadisesinden sonra Uğur Meleke yazmıştı,teknik adamlar sendika kursun diye.Yoksa daha önce Erhan Altın'ın hemen ardından Nurullah Sağlam'ın ve son olarakta Hikmet Karaman'ın başına gelenler,futbol piyasasında birbirinin türevi olarak yer alan diğer teknik adamların da başına gelecektir kuşkusuz.Tabii,greve giden memurları "sonuçlarına katlanırsınız" diye uyaran bir siyasi otoritenin hakim olduğu ülkemizde teknik direktörlerden de böyle bir cengaverliği beklememiz biraz hayalcilik olur doğrusu.Ancak geldiğimiz nokta,bunu yapmamızın farz olduğunu göstermektedir.Aynı zamanda bu,ülkenin henüz oluşmamış futbol bilincine de olumlu katkıda bulunmuş olacaktır.Bunu şöyle düşünelim:David Moyes 2002 yılından beri Everton'ı çalıştırıyor.Liverpool'la Trabzon şehirlerini coğrafik ve en önemlisi demografik olarak bir tutacak olursak,ayrıca bulundukları liglerdeki konumları da pek farklı olmayacaktır.İstanbul hegemonyasına kafa tutabilen bir Trabzon ve aynısını Londra ekiplerine karşı yapan Liverpool.Dolayısıyla potansiyellerinin aynı olduğunu söyleyebiliriz.Ancak aşağıda vereceğimiz örneklerle hangi şehrin takımının,hangi mekanizmalarla takımına,şehrine ve nihayetinde ülkesinin futbol bilincine katkıda bulunduğunu göreceğiz.

Şimdi David Moyes-Trabzon bağlantısnı sağlamlaştıralım.Everton'ın istikrarlı orta saha oyuncusu,isminden dolayı Türk kökenli olduğu söylentileri olsa da İbrahim Altınsay'dan sanıldığı gibi Türk kökenli değil İran asıllı olduğunu duyduğum Leon Osman 2002'yılından beri David Moyes'dan başka hiç bir hocayla çalışmadı.Ancak 2003'ten beri Trabzon A takımının oyuncusu olan kaleci Tolga Zengin ise bu süre zarfında içlerinde Vahid Halihodziç,Hugo Broos,Ersun Yanal,Şenol Güneş,Lazaroni gibi isimlerinde olduğu 9 teknik adamla çalışma şerefine erişti.Buna rağmen 6 yıllık süreç içerisinde hiç bir zaman tam olarak bir numaralı kaleci olamadı.Leon Osman ise son 5 senedir takımının değişilmezlerinden biri...

Everton son 7 senedir aynı hocaya emanet.Bu süre içinde hiç tarihe geçecek başarıları yok.Geçen sene FA CUP'da finallere kalmalarından başka.Trabzon ise son 7 senede iki kez Türkiye Kupası'nı kazanmış.İlginçtir,iki Türkiye Kupası'nın arkasında da 6 aydan uzun birliktelikler var.Samet Aybaba bir sezon aralıksız görev yaparken Ziya Doğan'da 8 ay gibi ciddi bir başarıya imza atmıştı(ilk Trabzon macerasında).Ancak Moyes 7 yıllık görevi boyunca takımına deyim yerindeyse sınıf atlattı ve bu 7 yılda 3 kez UEFA'ya bir kez de ilk dörde girerek Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazandı.İlginç bir not daha:Everton'un 17. bitirdiği 2003-2004 sezonundan sonra Moyes görevine devam etti ve ertesi sezon Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Liverpool'u geride bırakarak İngiltere Premier Ligi'ni 4. bitirdi.Trabzon ise geçen sezonun son haftalarında 3. sıradayken hocası Ersun Yanal'ı hedeflerini onunla gerçekleştiremeyecekleri için görevinden aldı ve bu sezon 13. hafta itibariyle liderin tam 13 puan gerisinde ve düşme hattıyla arasında sadece 8 puan fark var.Bu tablonun sene sonu değişeceği ihtimali de gerçekten zayıf görünüyor.

Liverpool ve Trabzon şehirlerinin ve İngiltere-Türkiye arası gelişmişlik düzeylerinin farklılığı,her iki şehrin profesyonel futbola başlaması arasında geçen neredeyse 100 senelik bir zaman dilimi,tüm Britanya Adası'nın,İrlanda adası'nın ve Afrika ülkelerinin,ülke içindeki göçmenlerin en büyük piyasasının İngiltere Ligi olması gibi daha arttırabileceğimiz bir sürü avantajdan ötürü İngiliz Futbolu'nun ya da İngiliz kulüplerinin Türkiye'de oynanan oyunla karşılaştırılamayacak düzeyde bir futbol oynadıklarını düşünüyorum.Fakat olası bir "ceteris paribus" durumunda da 7 senedir aynı hocayla devam eden Everton'ın geleceğinin,7 senede 9 hoca değiştiren Trabzon'un kinden daha parlak olacağını düşünmüyorum,böyle olacağına eminim.

22 Kas 2009

Kim Böyle Bir Sonuç Bekliyordu?


Beşiktaş,seyircisi önünde 4 yıl aradan sonra Fenerbahçe'den puan almayı başardı(Üstelik 3 puan).Daum Güiza'nın son anda sakatlanmasından sonra,herkesin beklediği gibi,Kazımla başlamayı tercih etti ve maçın Beşiktaş için daha avantajlı geçeceğinin habercisi gibiydi bu değişiklik.Zira Kazım maç öncesi tweet'inden de hatırlayacağımız üzere maça biraz “fazla” konsantre olmuştu.Ne yazık ki bu Beşiktaş defansının arasında kaybolmasını önlemeye yetmedi.

Ayrıca iki takımında bütün eksiklere ve hava koşullarına rağmen derbiye yakışır bir futbol sergilediklerini belirtmek gerekir.


Beşiktaş'ın şampiyonluk yarışından kopmamak ve yükselişini devam ettirmek için bu 3 puana çok ihtiyacı vardı. Fenerbahçe ise bu sezon ilk kez bir maçı kalesinde 3 gol görerek bitirdi.Ve ilk kez gol atamadan sahadan ayrılmak zorunda kaldı. Maçın tümüne baktığımızda ise Beşiktaş'ın daha üstün oynadığını gördük.Bütün gollerin sağ kanattan gelmesi de ilginçti.


İbrahim Üzülmez bu maçta ikinci baharını yaşıyormuş edasıyla 2 assist yaparak maçın kahramanı oldu bence.Kakavari kırmızı ayakkabıları ve bileklikleriyle de tüm dikkatleri üzerine çekmişti.


Eğer yarın Galatasaray Ali Samiyen'de Manisa'yı yenerse turkcell süper ligin akışının daha da hızlanıcagını ve ligin daha zevkli hale geleceğinden şüphe yok.


by kieran's bro'

20 Kas 2009

Galip İrlanda'yı Anlatmak


Kimi Fransız kültürüne derin bir sempati besler,hayranlık duyar...Kimi İspanyol kültürüne...Fakat her ne hikmetse,kültürüne,yaşam tarzına,müziğine ve hatta edebiyatına sempati duyulan ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmez.Yani,kimi seveceğimiz,kimin kültürüne sempati duyabileceğimizin bile tam olarak elimizde olmadığını söyleyebiliriz.Tabii,kimsenin istediğini sevmesine,istediğine öykünmesine karşı sözümüz olamaz.Bütün bunların yanında ben,hüzünlü ve naif bir İrlanda baladını veya kıyıda köşede kalmış,yemyeşil ve sisli çayırlarından yükselen İrlanda tarihini ne Fransa'ya ne de İngiltere'ye değişebilirim.Dolayısıyla bu yazının ""galip" gelmiş bir İrlanda yazısı" yazamamanın verdiği usançla yazıldığını ve kesinlikle "yanlı" bir yazı olduğunu belirtmem gerekir.

Bu satırların yazarı daha önce Robbie Keane'i de kendini yerlere bırakırken,hakemi aldatmaya yönelik hareketler yaparken gördü.Dolayısıyla,Henry'nin yaptığını çok görmüyorum.Herkesden "Fowler" olmasını beklemek saçma olurdu.Fakat bu,gene de Henry'nin "ben hakem değilim,bana ne" türünden vızıldamalarının hoşuma gittiği anlamına gelmiyor.Hatta yaptığı açıklamadan iğrendiğimi itiraf etmeliyim.Hayat bu,yüz yıllarca hor görülen,hatta görülmeyen,yok sayılan bir ırkın evladı fırsatını buluyor ve kendisine yıllar önce yapılanın aynısını bir diğerine yapıyor,haksız bir golle karşı tarafı cezalandırıyordu.Üstelik bundan sonra üzgün olduğunu söyleyemiyecek kadar da pişkince konuşuyordu.Evet artık önümüzdeki tablo gayet net ve açıktır:Fransa'nın "zencileri" artık "beyazlaşma" yoluna girmişlerdir.Buna karşılık İrlanda'nın ve kimi benzer ülkelerin de şerefli mağlubiyetleri,yüz yıllarca anlatılacak direkten dönen topları,kaçan fırsatları ve bunun paralelinde oluşan makus talihi bir türlü son bul(a)mamaktadır.Play-off'larda Given her türlü ayrımcılığa,haksızlığa maruz kalmış bir zenci,Gallas ise sadece sonuç odaklı,en ufak bir estetik kaygı gütmeyen ve bir anlamda da Batı dünyasının siyasi düşünce tarihine tahmin edemeyeceğimiz çabuklukta entegre olmayı başarmış bir figür olarak önümüze çıkıyordu.

Yıllar sonra "galip bir İrlanda yazısı" yazmaya bu kadar yaklaşmış biri olarak,yukarıda yazdıklarım gayet karikatürize olsa da haklılık payı vardır.Ve bu acı ancak ve ancak olası bir Barcelona-Manchester United Şampiyonlar Ligi Finali'nde O'Shea'nin Henry'i madara etmesiyle dinebilir.


NOT:Yazıyı postladıktan hemen sonra Henry'nin son açıklamalarını okudum.Gene de dediklerimin arkasındayım.Dediğim gibi bu yazı objektiflik iddiası taşımıyor ve Henry'nin samimiyetine inanmıyor.

31 Eki 2009

Total Futbol Fetişizmi ve Alex Ferguson


Anlayan anlamayan herkes takımının "total futbol" oynamasını öngörüyor artık.Total futbol,günümüz sosyal-politik sihirli,laf edilemez ve bir o kadar da şeffaf kavramlarının futboldaki yansıması haline geldi adeta.Total futbola laf söylenilmez.Avrupa Birliği'nin "insan hakları" kapsamında bir türlü somutlaştıramadığı maddelere de...Birleşmiş Milletler dahi 1945'ten beri insan haklarının evrensel düzeyde sağlanabilmesi için tesis edilmiştir.Oysa 1945'ten sonra belki de daha önce olmadığı kadar insanlık ayıbı işlenmiştir.Uluslararası savaşlar yerini iç savaşlara,etnik çatışmalara bırakmıştır ve insan hakları deyim yerindeyse bir de BM tarafından tecavüze uğramıştır.Öyleyse,BM'in,AB'nin sorunlara çare olamadıklarını görüyoruz.Demek ki,total futbol da kendimizi her derde deva olacağına zorla inandırmak istediğimiz bir kavram,çözüm kisvesi altında sorunların çoğunun görmezden gelinmesini kolaylaştıran bir can simidi.

Öncelikle,total futbol tam olarak nedir?Hollandalıların başlattığı bir akım olduğu muhakkak.Fakat burada da bir sorun ortaya çıkıyor.Yani Marx'ın Marksist ya da Mustafa Kemal'in Kemalist olmadığını biliyoruz.Büyük ihtimalle Hollandalılar da total futbol aşığı değillerdi.Tamam ilk defa onlar futboldaki-özellikle orta alandaki- mevkii kavramını flulaştırarak bugün oynanan futbolun temelini attılar.Gene de,Cruyff olmasaydı,sistem bu kadar başarılı işlemeyebilirdi.Hollandalıların total futbol anlayışı üzerine daha fazla konuşulabilir tabii ki ama genel hatlarıyla topun sürekli oyunun içinde kalmasını,paslaşmayı,takım oyununu kutsayan ve taktiksel dizilişlere pek önem vermeyen bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.Bu noktada total futbolu sorgulayabileceğimiz bir kaç önemli sorun ortaya çıkıyor.Birincisi,eğer sanıldığı üzere taktiksel dizilişlerin,oyuncunun saha içindeki yerinin pek bir önemi yoksa,Mustafa Denizli total futbol aşığı bir hoca olarak gösterilebilir.Çünkü saha içi dizilişlerinde Şampiyonlar Ligi'ni bile yanıltabiliyor.Kimin nerede oynadığı,tam olarak ne yaptığı belli olmuyor çoğu zaman.Hemen burada ikinci sorunun sorulması gerekiyor:Madem total futbol sistemi değil oyunu kutsuyor,o zaman son yıllarda total futbol fetişizmiyle birlikte ortaya çıkan 4-3-3 fetişizmine ne demeli?Günümüzde total futbol oynamanın tek yolu takımına 4-3-3 oynatmaktan geçiyor adeta.Hemen burada bir soruyla daha zihnimizi iyice bulandıralım:Alex Ferguson'un Manchester'ı total futbol mu oynuyor?Sorunun cevabı evetse,Ferguson'un -tüm dünyada bir bildirge yayımlanmışçasına-uygulamaya konulan 4-3-3 bağımlısı olmadığını aksine klasik diye tabir edebileceğimiz 4-4-2 sistemini benimsediğini fakat buna rağmen her an oyunun içinde kalabilen,deyim yerindeyse "birlikte gidip birlikte dönebilen" bir takım yapısına sahip olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmalıyız.Eğer yanıtınız hayırsa,Alex Ferguson'un total futbolist olmadığı halde,total futbolun öngördüğü kompakt bir yapıya sahip,sürekli oyunun içinde kalan,hız ve güce doğrudan bağlı,sağlı-sollu palaşmalara önem veren,kanat organizasyonları dahil çok alternatifli hücum organizasyonlarına sahip bir takım yaratmış olmasını nasıl yorumlayacağız?Üstelik bunu Rooney dışında bir dünya yıldızları olmadan yapıyorlar.Yani Ferguson bir bakış açısına göre total futbola bir ideoloji keskinliğinde bağlı olabilirken,bir diğer bakış açısına göre de çağa ayak uyduramamış bir "dinazor" gibi görülebiliyor.Mesele,total futbol dahil hiç bir kavramı tabulaştırmamakta.

29 Eki 2009

Türk Romanı'nın Gerçek Prensi


Öncelikle,bu yazının Hasan Ali Toptaş' kendimce övmek için yazdığımı belirtmem gerekir.Yazının ciddi,edebi bir niteliği yoktur.Onun romanlarından anladığımı dilim döndüğünce paylaşmak istedim sadece.Romanları hakkında "post-modern" denir.Türkiye "post-modernizmi"nin en önemli eserlerinin sahibi olduğu söylenir.Muhakkak bu fikir doğrudur fakat onu bu kadar başarılı yapan kesinlikle sadece "post-modern" vurgular değildir.Önce,Türkçe'nin çok uzun zamandır kimsenin kaleminde bu kadar ahenkli olduğunu görmemiştim.Her sözcük,her tasvir,bir diğerine eklenen her duygu tarif edilemez bir ruha bürünüyor adeta.Gerek mistisizm,gerek varoluş,gerek yokoluş,gerek ölüm...Her biri zihnimizin içine ince ince örülen bir örgü gibi...Sarıyor,sarmalıyor.Dili efsanevi boyutlara taşıyor Toptaş.

İkinci olarak;benim için Hasan Ali Toptaş,-sıkça söylendiği üzere- Türkçe'de Kafka'yı yaşatandır tabii.Belirsizliğin,zamansızlığın,mekansızlığın o cezbedici atmosferinde akıp gider romanları.Kendi içinde kaybolanlar,bir türlü gidemeyenler,bulamayanlar,ulaşamayanlar,ulaşsa da ne zaman ulaştığını bilemeyenler...Ancak bunun yanında taşraya,Türk Edebiyatı'nda uzun yıllar sonra bu kadar vakıf olan,taşrayı bu kadar layıkıyla anlatan belki de tek yazardır.Onun kaleminde,o hayalini bile kurmakta zorlandığımız köy meydanı başka bir havaya bürünür,dağlar dile gelir,masal mı gerçek mi içinden çıkamadığımız bir taşra havası kaplar etrafımızı.Bu anlamda,taşrayı büründürdüğü ruhla aynı zamanda bir Yaşar Kemal edası da taşır kelimeleri.Türkçede belki de hiç bir yazar bir oturuşa onun kadar anlam kazandıramamıştır.Üstelik bunlar benim Hasan Ali Toptaş'tan anlayabildiklerim.Anlayamadıklarım için okuyorum ben onu.Yeni kuşağın en iyi romancısıdır gözümde.Ne kadar anlatsam boş.Onun okuyucularının üzerinde bıraktığı etkiyi kendi kalemi bile tam olarak anlatamaz diye düşünüyorum.

23 Eki 2009

Derbi Öncesi Taktiksel İncelemeler



Öncelikle Galatasarayla başlayalım…

Sahaya 4-3-3 dizilişinde ve resimde gördüğünüz oyuncular ile çıkacaklardır büyük ihtimalle.Total futbolu hedefleyen bir taktik benimsemiş durumda Galatasaray,fakat bunu yapabilmeleri için orta sahada Mehmet Topal ve Mustafa Sarp ikilisi yavaş kalıyor.Son 3 maçta da gördük ki yapamıyorlar.Tek defansif orta saha olarak Mustafa’yı oynatması gerekir Rijkaard'ın bana kalırsa çünkü Mehmet’den daha hırslı ve şu an daha formda . Elano-Ayhan ikilisi ileriye yönelik futbol oynarlar oynamasına ancak yavaş bir orta saha seçimi olur bana kalırsa. Elano-Barış ikilisi daha başarılı bir seçim olabilir orda. Çünkü Fenerbahçe Emre ve Cristian arasındaki paslaşmalar sonucu ileri çıkıyor. Barış’da bu ikiliye pres uygulayabilecek bir oyuncu. Elano’nun bu maçta patlama yapmasını bekleyenlerdenim patlama yaparsa durdurabilene aşk olsun. AML diye adlandırılan ofansif sol açık olarak Arda’yı oynamasını bekliyorum.Sadece sol kanatta sıkışıp kalmaması,gezerek oynamayı sevmesi onu bu bölge için iyi bir seçim haline getiriyor.İlerleyen dakikalarda Rijkaard yorulan Arda'nın yerine Kewell’ı alarak daha güzel ataklar izletebilir .Ofansif sağ açık her zaman ki gibi Keita olmalıdır. Hızı, oyun zekası, inanılmaz çalımları ile Vederson’a karşı çok etkili olabileceğine inanıyorum. Bu kişi Vederson değil de Roberto Carlos olsa bile düşüncem değişmeyecektir. Fenerbahçe defansta ilk önce Bilica’ya topu vererek başlıyor. Eğer ki Barış ya da Ayhan Emre’yi ve Cristian’ı kilitlerse uzun top yapmak zorunda kalacaklardır. Rijkaard Fenerbahçe’ye kontrolü vermek istemiyorsa Bilica’ya Baros veya Nonda' ikilisinden biriyle pres yaptırmak zorunda. Bu arada Elano veya Ayhan/Barış geriden top almak zorundalar bunu yapmadıkları taktirde total futbol anlayışı güme gider. Galatasaray bu sene seyir zevki açısından en güzel futbolu oynayan takım her maç 3-4 net gol fırsatı buluyor. Atamadıklarında 2 kez berabere kaldılar birinde kaybettiler.Ankaragücü mağlubiyetinin Galatasaray adına çok iyi olduğunu savunanlardanım. Takım şimdi daha da iyi çalışıyor ve bu net fırsatları kaçırma lüksleri olmadığını fark ettiler. Bu inanılmaz derbide bu sefer Galatasaray’ın galip ayrılacağını düşünüyorum. Bu arada Alex ne olacak diye soranlara Mustafa Sarp’ın ona agresif savunmasıyla top oynatacağına inanmadığımı söyleyebilirim.



Şimdi Fenerbahçe’ye Geçelim…






4-2-3-1 dizilişiyle sahaya çıkıyorlar. İlk önce şunu belirtmem gerek Fenerbahçe 8’de 8 yapmış olabilir fakat son Gençlerbirliği maçına kadar güzel futbol sergilemeden kazandılar çoğu kez. Takım şu anda rehavette ve derbi öncesi o inanılmaz motivasyonu yakalayamacaklar. Herkes Galatasaray çözüldü zannediyor fakat Galatasaray' Rijkaard bile çözemiyor,gol atamazlarsa kaybederler ancak. Bilica ve Lugano Baros’u iyi tutacaklar fakat gol yememek için önce kanatlarını durdurmak gerekir ki Daum'da buna dikkat çekmişti. Gökhan bunu çok iyi yapar fakat Vedersonla olucak iş değil bu. Duran top gücüde artık Galatasaray’da. Colin Kazım büyük maçları kaldıramıyordu bu seneye kadar .Dos Santos ise çok moralsiz Dunga “Dos Santos mevkisini unutuyor ve bu gidişle onu Milli takıma çağırmam zorlaşıyor” diye bir demeç vermiş.Ancak,Galatasaray ön bölgede ve orta alanda presi yapmaz ise Fenerbahçe oyunun kontrolünü alır. Buda işlerin değişeceği anlamına geliyor.Ayrıca Daum'un Özer gibi bir yeteneğe şans vermesi halinde Fenerbahçe'nin çok etkili olabileceğini düşünüyorum.Çünkü bu tip futbolcular yeteneklerini sergilemek için bütük maçları bekler çoğunlukla.Güiza'nın ise her zamanki beceriksizliğine devam edeceğini düşünüyorum.Oyundan çok skora önem veren Daum bu sefer skor değil de oyuna önem vermeli.Emre ve Cristian’ın performansları belirleyici olacaktır derbinin sonucu açısından.Eğer ki erken sarı kartlar savunmayı etkilemezse,sıkı savunmalarıyla Galatasaray’ın orta sahasını kilitleyebileceklerine inanıyorum. Galatasaray’ın da inanılmaz bir pres anlayışı ile oyuna çıkması gerekiyor.Ancak gölge presi değil de direk topa pres yapmaları gerek. Güiza bir tek bu işte çok iyi. Alex zaten yapamıyor. Bu yüzden Mustafa veya Mehmet Topal kim oynarsa rahat haraket edebilir. Bu da Fenerbahçe’nin hiç işine gelmez.

Yine inanılmaz bir maç bizi bekliyor 2 takıma da başarılar diliyorum…

By Berkan Cönger

22 Eki 2009

Kanal-i-zasyon


Film 23 Ekim Cuma(yarın) vizyona girecek aslında ama filmin İstinye Park'ta yapılan galasına gitme şansım oldu ve izlenimlerimi sıcağı sıcağına yazabilme imkanı buldum.Değerlendirmelere başlamadan önce,Okan Bayülgen'in oyunculuğa dönmüş olması filmin bana göre en büyük artısı olmuştur diye belirtmek istiyorum.

Gala izlenimleri gibi magazinel muhabbetleri geçip filme dönersek;Kanal-i-zasyon'un yönetmenliğini,bir zamanlar Şahan Gökbakar'ın televizyonda yayınlanan skeçlerinin yönetmeni olarak tanıdığımız Alper Mestçi üstlenmiş.Alper Mestçi denince akla ilk gelen hep Şahan Gökbakar olmuştur ancak Kanal-i-zasyon'un Mestçi'nin ilk filmi olmadığını belirtelim.Mestçi, daha önce önüne hangi türe ait olduğunu belirten cinsten bir sıfat koyamayacağımız Musallat filminin de yönetmenliğini yapmıştı.Bu anlamda,Kanal-i-zasyon'u,yönetmenin ilk filmine nazaran çok daha fazla ciddiye alabiliriz diye düşünüyorum.Öte yandan,çoğu kişinin aksine ben Alper Mestçi'yi,Hüseyin Özcanla birlikte hazırladıkları,Milliyet'te çıkan "Serin Duruş" köşesinden tanıyorum.Köşede ünlülerin gaflarını ve mizah yazılarını paylaşıyorlardı ve gerçekten çok başarılılardı.Yani,kendi adıma,yazar Alper Mestçi yönetmen olanından daha başarılı diyebilirim.Kanal-i-zasyon'un yazım ekibinin içinde de olduğunu söyleyelim.

Filmin tek amacı günümüz televizyon programlarını "ti"ye almak ve televizyonculuk işinin ne kadar basitçe yapıldığını göstermek.Zaten Hakan Yılmaz'da filmin içindeki "Adam osurdu ve sen güldün.Öyle mi?" cümlesiyle filmin tüm niyetini belli ediyor.Okan Bayülgen'in projeyi kabul etmesini ve hatta benimsemesini de filmin niyetine bağlayabiliriz.Sonuç olarak Okan Bayülgen'de yıllarını bu tür programları eleştirmek için harcamadı mı?İşte Kanal-i-zasyon tam olarak böyle bir film.Komik mi?Çok komik sahneleri var gerçekten.Yaratıcı olabilmiş mi?Yeterince.Oyuncu kadrosu da gayet iyi.Okan Bayülgen,Rasim Öztekin,Erol Günaydın,Hakan Yılmaz gibi çok bilindik,yıldız oyuncular var filmde.Bir de Serhat Özcan var tabii RED derigisindeki yazılarıyla daha bir tanıdığımız,sevdiğimiz.Üstelik bu oyuncu kadrosunun yanında,bir o kadar ünlü konuk oyuncu kadrosu da var.Metin Uca'dan Ahmet Çakar'a,Medyum Memiş'den Hakkı Devrim'e kadar bir sürü isim daha...

Yazıyı böyle bitse çok güzel bir film olmuş gibi gözükecekti ama ne yazık ki herşey o kadar toz pembe değil.Film bu güzel yönlerinin dışında uzun bir skeç gibi olmuş adeta.Skeçten bir film gibi.Nedense,bir film olarak göremiyorsunuz hiç bir zaman ve Şahan Gökbakar'ın skeçlerinde yaşadığımız duyguyu hatırlayacak olursak:bir süre sonra,ne kadar komik olursa olsun sıkılıyorsunuz.Kanal-i-zasyon'da da böyle oldu.Herşey çok güzel giderken nasıl olur da insan sıkılır?Söyleyeyim,yaptıkları komedinin bir sonu yok ve espriler,karakterler çok karikatürize.Özellikle,sadece Okan Bayülgen filmin en büyükartısını ve eksisini yaratmış gözüküyor,yılalr sonra oyunculuğa dönüşüyle ve canlandırdığı İmdat karakteriyle.Fakat İmdat'a dönersek:o ne kadar karikatürize bir karakter öyle?İmdat'ın doğulu bir karakter olmasına ne gerek vardı?Bu da bir klişe değil midir?İmdat üstünden televizyon halleri,klişeleriyle dalga geçmek isterken dalga geçilecek duruma düşürmüş filmi Okan Bayülgen.Üstelik Okan Bayülgen'in doğulu aksanı yapamadığını,ağzında ne kadar iğreti durduğunu herkes biliyor.Hal böyle olunca,film gibi izleyemiyor izleyici perdeyi.Skeçler filmi olmuş.Siz yine de gidin izleyin derim.Akşam "Var Mısın,Yok Musun" izlemektense...

19 Eki 2009

Fatih Terim'i Anlamak


Bugün geldiğimiz noktada Fatih Terim'i eleştirmek en az Fatih Terim'in başarılarını ısıtıp ısıtıp tekrar önümüze koymak kadar moda oldu.Doğrudur,Fatih Terim sevilmesi zor bir karakter,anlaşılması zor,onu beğenmek zor;çünkü karşınızda sizden daha üstün olduğunu düşünen bir insan varsa ve bu insanın gerçekten bir potansiyeli de varsa sizin kendinizi rahat hissetmemeniz doğaldır.Öyle ya,karşımızda Türk Futbolu'nun en güçlü figürü duruyor;her başarısını tınaklarıyla kazıyarak elde etmiş,ukalalığı en doğal hakkı gibi görüyor çünkü onun gibi biri daha yok bu ülkede.Tüm "sert çıkışları","özlü sözleri" de bundan.Böyle bir karaktere ancak böyle açıklamalar oturur çünkü.Tarihe geçmek kolay iş değil.Bugün Şenol Güneş ismi prim yapar nitelikte bir isim değil.Kendisi de değil.Ama Fatih Terim her zaman gündemde olmak zorundadır,onu hatırlayabilmemiz için,unutmamamız için...

Görevi bırakırken dahi "elbet hatalarımız olmuşturun" ötesine geçemedi öz eleştiri anlamında.Ancak hakkını vermek gerekir,Türk Futbolu için yaptığı tespitler çok yerindeydi ve adeta hepsi Simon Kuper'in kaleminden çıkmış gibiydi.Bu yazının yazılış amacı da o tespitlerin hakkını vermektir.Beden Eğitimi dersinin müfredatta seçmeli ders olarak yer almasından şikayet etti örneğin.Bu kadar geniş kapsamlı,sosyal "açılımlar" beklemiyordum doğrusu.Fatih Terim'in bahsettikleri arasında en ilgi çekici nokta ise kendi mizacına ters düşercesineTürkiye'de bilim-futbol ilişkisinin zayıflığı konusuydu.Sonlara doğru ise bence Türk Futbolu'nun en büyük sorununu tespit ederek,benim gözümde neredeyse tüm eksilerini silmiştir.Sanki bilimin gücüne inanan,gerçeğin peşini bırakmayan,çağa ayak uydurabilen bir teknik direktör imajı çizmiştir gözümde.Tespit şu:Futbolcularımız Avrupa'ya nazaran eğitimsiz.Ne yazık ki bu gerçek.Futbolcularımızın algısı zayıf;taktiksel anlayış,vizyon,iletişim ve koordinasyon konusunda söylenenleri yapmakta zorlanıyorlar.Bu tespit,aslında yapılması pek de zor olmayan ama bugüne kadar hiç bir teknik adamın söylemeye nedense cesaret edemediği bir gerçek.Türk Futbolu'nun en büyük sorunu.Vizyon eksikliği,taktiksel anlayış yoksunluğu futbolcumuzun en büyük sorunudur an itibariyle ve Fatih Terim bunu suratındaki "ne yapalım el deki malzeme bu" ifadesiyle eğitimin arttırılmasının,futbol-bilim ilişkisinin güçlendirilmesinin farz olduğunu vurgulayarak söyleyince en ciddi "sert çıkışını" yapmıştır gözümde.

18 Eki 2009

Bir İşçi Sınıfı Güzellemesi: Billy Elliot


Sene 1984,İngiltere'de Margaret Thatcher ikinci kez hükümeti kurmaya hak kazanmış fakat ortalık henüz yatışmamış aksine daha da hareketlenmiştir.Thatcher 1979'da İşçi Partisi'nden hükümeti devralmış ve ilk günden beri İngiltere'yi ekonomide ve uluslararası arenada eski günlerine getirmeyi amaçlamaktadır.O dönem tüm dünyada tekrar etkisini hissettiren liberalizm rüzgarının da etkisiyle,ekonomide devletin rolünün azaltılacağını savunmuş fakat uyguladığı politikalar liberalizmin vaadettiği gibi tam istihdamla sonuçlanmamış aksine işsizlik İşçi Partisi dönemindekinin iki katına kadar yükselmiştir.Üstelik,sanayideki gerileme de Thatcher'ın söylediklerinin gerçekleşmediğinin açık bir göstergesi gibidir.Fakat 83 seçimlerinde tüm olumsuzluklara rağmen savaşlar ve krizlerden mevcut iktidarların beslendiği adeta ispatlanmış ve Arjantin cuntasının Falkland adalarını işgal etmesiyle İngilizlerin adayı geri almasının arasında neredeyse bir zaman farklılığı olmamasına rağmen,bir "savaşcık" çıkmıştı.Tahmin edilebileceği gibi,halk tüm olumsuzluklara rağmen kenetlenmişti,bu kriz ve savaş ortamından daThatcher yeniden hükümet kurma göreviyle çıkıyordu.

Thatcher nasılsa her mağlubiyetten galibiyetle ayrılmasını biliyordu fakat ona karşı tepkiler de dinmiş değildi.1984 senesi İngiliz sendikacılık hareketinin belki de en etkili olduğu seneydi.Bunlardan en önemlisi de Milli Madenciler Sendikası'nın bir seneyi bulan greviydi.İşçiler greve uzun süre devam etseler de istediklerini elde edemiyorlardı çünkü Thatcher bu grevden hemen önce kömür stoklamıştı...Hiç bir şey elde edilemeden sonlanmıştı grev.İngiltere'nin kuzeyinde,insanların potansiyel birer maden işçisi olarak doğduğu Durham kentinde ve her anlamda bu çizginin dışına çıkmaya çalışan Billy Elliot'ın evinde aynı hüzün vardı...

Uzun sayılabilecek bir girişin ardından filme gelirsek;Billy'nin babası ve abisi sendikada aktif olarak yer almaktadırlar ve kaderlerine boyun eğmeyi reddetmektedirler.Bu uğurda gerek grev kırıcılarla gerekse de polislerle sürekli çatışma halindedirler.Billy'nin hayatı ise o kadar karışık ve tehlikeli değildir.O,gününün çoğunu yaşlı ve biraz da arızalı "büyük anne"siyle ilgilenerek geçirmektedir ve okula gitmektedir.Haftada bir günde boks kursuna gider.Babasının arttırdıklarıyla...Fakat onun hayatı boks kursu almaya gittiği spor salonunda gördüğü bale dersleriyle değişecektir.Gizli gizli bale yapmaya başlar.Çünkü,babası da abisi de onun kendileri gibi güçlü olmasının ancak boksla gerçekleşebileceğini düşünürler.Bu onlarda bir güdülenme gibidir.Üretimin sürekli hale gelmesi için,aksamaması için,işçilerin sağlıklı ve güçlü olmaları gerekir.Kaderlerine karşı çıkan bir baba-oğul bile iç güdüsel olarak ailenin en genç ferdini dövüş sporlarına sevk etmektedir.Öyle ya,Billy'de er ya da geç yerin altına inecektir.Öyleyse gerçek bir işçi gibi "güçlü" olmalıdır.Ancak Billy'nin aklı ne bokstadır ne de maden işçiliğinde.O kendini sadece dans ederken iyi hisseder.Geleneklerden haberi bile yoktur.Tek istediği dans etmektir.

Stephen Daldry'nin ilk filmi Billy Elliot.Bir ilk film olarak çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz.Özellikle bir şeyler anlatma derdinde olan çoğu filmin başaramadığı,hikayeyle gerçeğin uyumu,bir birlerinin önüne geçmemeleri ve ikisininde ağırlığını hissetirmeleri övgüye değer.Bana kalırsa filmin sanatsal açıdan en başarılı olduğu yan da bu.Bir yandan Billy'nin hikayesi anlatılırken,fondaki Durham'da da İngiltere tarihinin en önemli grevi gerçekleşiyor ve Billy tabii ki bu gerçekten etkilenmeden devam edemiyor hayatına.Yani,içinde bulunulan durumun kişinin hayatına etkisi söz konusu.Bunu başarıyla gerçekleştirebilen film sayısı gerçekten az.Ayrıca,İngiliz aile yapısına,genel olarak alt sınıfların yaşayışına,eş cinselliğe bakışıyla da dikkat çekiyor Daldry.2000 yapımı bu film daha sonraki yıllar "London to Brighton","Breakfast on Pluto","Somers Town" ve "The Cottage" gibi Ada sinemasından farklı,başarılı deneysel filmler izleyeceğimizin habercisi gibi gözüküyor.Başyapıt olmasa bile,Ada sinemasında gerçek ve hayal ikilisini aynı anda tattırabilen,başarılı bir yapım olarak göze çarpıyor.