29 Haz 2010

Kapandı!

Dükkan kapandı... İlgilenen, okuyan herkese teşekkürler...

16 Haz 2010

Dünya Kupası Notları #6 : Isla-Sanchez, Hittzfeld ve Forlan


Dünya kupasının 6. gününe geldiğimizde, seyir zevkinin yavaş yavaş da olsa belli standartların üstüne çıktığını görüyoruz. Honduras-Şili karşılaşması bu açıdan önemli idi. Maç Şili'nin 0-1 üstünlüğüyle sona erdi ancak maçın temposunu düşündüğümüzde yalnızca 1 golün vuku bulması izleyenleri pek de rahatsız etmedi sanıyorum.

Şili hakkında herkesin ezber ettiği ilk ve en önemli bilgi Güney Amerika eleme gruplarından Brezilya'nın ardından ikinci çıkmış olduğu gerçeğiydi. Benimse, Şili ile ilgili hatırladığım ilk sahne Fransa 98'e dayanıyor. Grup maçlarında kimseye yenilmeyerek dikkat çeken bu "uzun ince" ülke, topladığı 3 puanla B Grubu'nu İtalya'nın ardından ikinci olarak bitirmiş, ikinci tur mücadelelerinde Brezilya'nın rakibi olmuştu. O zaman, daha ikinci turda Brezilya ile eşleşmeleri talihsizlik olarak nitelendirilmişti. Yine aynı tablo gerçekleşebilir. Dilerim Şili aynı talihsizliği bir kez daha yaşamaz ve çeyrek finale ulaşabilir. Bunu hakediyorlar zira... Alexis Sanchez- Mauricio Isla ikilisi, Lahm-Müller ikilisiyle birlikte turnuvada izlediğim en iyi arkalı-önlü hücum organizasyonlarını oluşturdular. Şili'nin çok teknik ismi var fakat İspanya'nın başına gelen onların da başına gelebilir, İsviçre savunmasını açmakta zorlanacakları açık. Öte yandan, Honduras'ın ciddi tecrübe eksikliği göze çarpıyor. Böylesi büyük turnuvalara pek sık katılamıyor oluşları, hücumlarının cılız kalmasına, son vuruşlarda beceriksizliklere yol açıyor. Buna karşın mücadeleci bir takım. Oynayacakları hiç bir maçta rakiplerine ezilmezler.

İspanya-İsviçre karşılaşmasında beklediğim sürpriz gerçekleşti. İsviçre'nin bu turnuvada bir umudu varsa tamamını Hittzfeld'e borçludur. Bir teknik direktör takımının başarısında ne kadar etkilidir sorusunun cevabını en iyi Hittzfeld'e bakarak cevaplayabiliriz. Eğer Hittzfeld gibi bir teknik adamınız varsa, rakibiniz ne kadar iyi paslaşırsa paslaşsın istediği pozisyonları yaratamayabilir ve siz gol bulmak için rakibinizin savunmada bıraktığı boşluklardan faydalanabilirsiniz. Sanıyorum iki ya da üç pozisyon buldu İsviçre. Biri gol oldu. İspanya, turnuvanın ilk günü Meksika'nın yakalandığı tuzakla karşı karşıya kaldı. Topa hakim olmak bir süre sonra beyhude top çevirişlere, açık arama oyununa dönüştü. Dediğim gibi, Hittzfeld İsviçre'ye ikinci tur umudu getirdi. Bakalım Şili karşısında ne yapacaklar?

Günün son maçında sürpriz olmadı. Uruguay'ın G.Afrika'yı zorlanmadan yenebileceği belliydi fakat ev sahibinin turnuvanın açılış maçında Meksika karşısında gösterdiği direnç ve disiplin çoğumuzu şaşırtmıştı. İlk maçın yıldızlarından Tshabalala bu akşam ortada yoktu. Zaten Pienaar turnuvanın başından beri "yok". Bir tek poisyon dahi üretemedi G.Afrika. Bu anlamda, şimdiye kadar oynanan maçlar arasında bir tek pozisyon dahi yakalayamayan bir takım yoktur sanıyorum. O kadar kötüydüler. İlk maçın ardından Khune hakkında çok iddialı sözler sarfetmiştim. Kırmızı kart gördü. Yüksek ihtimalle turnuvayı kapattı. Onun gibi bir kaleciyi daha fazla izleme imkanına sahip olmak isterdim. Uruguay'da ilk maç hayal kırıklığı yaratan hücum ayakları Forlan ve Suarez bu akşam yanlarına Palermolu Cavani'yi de almışlardı. İlk dakikadan itibaren ölçülü de olsa pozisyon üretmeye, rakip kaleyi yoklamaya başladılar. Nhayetinde, Forlan rakibin sırtına çarpmış olsa da çok şık bir gole imza attı. İkinci yarı, maçın en hareketli ismi Suarez, Khune tarafından düşürüldü. Forlan riskli olsa da penaltının nasıl atılacağını gösterdi adeta. Öylesi bir vuruşun kaleciler tarafından kurtarılmasının imkanı yoktur. Maçın son dakikasında, düdük yerine, Suarez'in zarif ortasında Pereira'nın golü geldi. Forlan'ın kaydettiği iki gol ona gol krallığı yarışında çok büyük bir avantaj sağlayacaktır. En büyük rakipleri ise Podolski ve Klose olacaktır diye düşünüyorum.

13 Haz 2010

Dünya Kupası Notları #3 : Futbol Almanlarla Güzel


Cezayir-Slovenya maçı o kadar can sıkıcıydı ki iki takıma da ayrı bir bölüm açacak kadar takip edemedim bile. Oyuncular kendilerini ne kadar zorlarsa zorlasın, paslar istenen yere gitmiyor, basit hatalar yapılıyordu. Yani, beceriksizliğin hüküm sürdüğü bir maç idi. Galibiyeti getiren golün de Cezayir'in kalecisi Chaouchi'nin beceriksizliğinin ardından gelmesi manidar oldu. Cezayir'in bundan sonra işi zor. İngilizler karşılarına öfkeyle çıkacaklardır. A.B.D ise umutla...Dilerim Cezayir kupaya puansız ve golsüz veda etmez. Belhadj dışında hiçbir futbolcuyu beğenemedim. Wolfsburg'lu Ziani ve oyuna sonradan girip, 15 dakika içerisinde iki sarı kartla oyundan atılan Ghezzal ise açık ara sahanın en kötüleriydi. Slovenya'da şimdilik havalar güneşli. Çok büyük bir avantaj elde ettiler. Ancak, yapılabileceklerin en iyisini onlar değil, İngiltere'den puan almayı başaran A.B.D gerçekleştirdi. Kimi araştırma şirketleri Slovenya'yı yarı finale kadar göndermişti kupa öncesinde. Böyle bir futbolla gol atmaları dahi mucizeydi, mucize gerçekleşti. Bundesliga'nın önemli isimleri Novakovic ve Dedic hareket etmekte zorlandılar ki takımlarının en önemli kozlarını oluşturuyorlar. Slovenya'nın vasata ulaşabilen bölgeleri Koren-Birsa orta alanı ve Suler-Cesar tandemiydi. Maçı Slovenya lehine çevirebilecek tüm aksiyonlar Birsa-Koren ikilisi tarafından gerçekleştirildi. Ne var ki, içlerinden en kötü top gol oldu. Öyle ki Koren'İn vuruşunda top falso dahi almamıştı.

Sırbistan-Gana... Büyük bir sürpriz gerçekleşti. Sırbistan 4-5-1'den bozma 4-4-2 oynuyordu. Savunma hattında hemen hiç sorun yoktu aslında. Kolarov-Vidic-Lukovic-Ivanovic dörtlüsünün hepsi iyiydi. Özellikle kırmızı kart görmesine rağmen Lukovic'i çok beğendim. Orta sahada ise aynı uyum yoktu. Öncelikli sorun ise Krasic'in silikliği ve Milijas-Stankovic ikilisinin ağırlığıydı. Gana orta alanına göre çok daha zayıf kaldılar. İki beyin yanyana oynuyordu sanki. Duran toplar, defans arkasına şişirilen toplar, düşük tempoda top çevirişler tamam ancak iş mücadele etmeye geldi mi Milijas-Stankovic ikilisinin ne yaşı ne de gücü Gana orta sahasıyla mücadele etmeye yeter. Sırbistan'ın en iyisi Jovanovic idi. Tekniğinin iyi olduğunu biliyorduk da bu kadar üst düzey mücadele verebileceğini hiç beklemiyordum. Sırbistan'ın her pozisyonunda o vardı adeta. Zigic'i çok başarılı buldum. Capello'nun Heskey'e yüklediği görevin bir benzerini Antic de Zigic'e yüklemişti. Pantelic'in önünde konumlanacak, topla birlikte orta alana kadar gerileyecek ve rakip savunmada gedikler yaratacaktı. Çabaladı ama Pantelic ile iyi bir iletişim kuramadı. Kısacası, Sırbistan umut vermiyor. İkinci maçları da Almanya'yla. 2006'da da onlardan çok şey bekleyenler vardı fakat "0" puanla dönmüşlerdi. Almanya maçında mucize yaratamazlarsa 2006 kabusu yeniden gerçekleşebilir.

Gana'nın Ömer Üründül ırkçılığına bulaşmadan, şimdiye kadar turnuvadaki en iyi Afrika takımı olduğunu söyleyelim. Mücadele güçleri en iyi takımlarla dahi baş etmeye yetecek seviyede. Ayrıca, Ayew ve Tagoe çok etkili kanat oyuncuları. Top taşıyabiliyorlar, takımı ileri taşıyabiliyorlar. Haliyle Asamoah Gyan da vasat üstü bir forvet. Önümüzdeki maç Avustralya ile karşılaşacaklar ve Kangurular'ın en büyük gol ümidi Cahill sahada olmayacak. Ne diyelim, talih belki de hiç bir zaman bu kadar yanlarından olmamıştı. 2006'daki ikinci tur sürprizini gerçekleştirebilirler.

Söz Avustralya'ya gelmişken; sadece Türkiye'deki değil tüm dünyadaki hayranlarını hayal kırıklığına uğrattıklarını belirtmek gerekir. Dilerim ikinci maça toparlanmış bir şekilde çıkarlar. Yine de, Cahill'siz işleri çok zor. Kewell dönerse, yeniden umutlanabilirler.

Futbolun Almanlarla daha bir güzel olduğu kesin. Şimdiye kadar izlediğimiz en iyi takımdı. Kesin. Daha önce hiç bir takımda izleyemediğimiz çeşitlilikte ataklar izledik. Futbolseverlerin bu akşamki en önemli görevleri Almanlar'a şükretmek olmalıdır. Zira hepimizi bir kısırlığın içinden çekip almış olabilirler. 4-2-3-1 oynadılar. Savunma hatasız idi. Schweinsteiger için ayrı bir cümle yazmak lazım. Yüksek top tekniği ve soğukkanlı yapısı onu şu an için Almanlar'ın en kritik futbolcusu yapıyor. Khedira ile de iyi anlaştıklarını gördük. Müller-Mesut-Podolski üçlüsü doğrudan sonuca gitmek istiyorsanız çok doğru bir seçim. Zira Podolski'nin her şutu gol tehlikesi yaratabiliyor. Klose de çok değerli bir golcü. İkinci maçlarını da kazanırlarsa, çok rahatlayacaklar. Gol kralı Panzerler'den çıkabilir. Almanya'yı biraz fazla övmüş olabilirim fakat futbolsuz geçen 3 günün ardından böyle bir tabloyla karşılaşınca soğukkanlılığımı kaybetmiş sayılırım. Tahminimi yineleyerek bitireyim yazıyı: Almanya final, hiç değilse yarı final oynayacaktır G.Afrika'da...

Dünya Kupası Notları #2 : Yunan Usulü 4-3-3, Çalışılmış Bir Maradona Golü ve Robert Green





Günün ilk maçından başlayalım; Yunanistan ve Rehhagel'in futbolun değişen yapısından haberdar olmadıklarını düşünüyorum. Tamam, sıkıca kapanarak ve hemen her duran topu gole dönüştürmeyi bilerek 2004'te efsanevi bir şampiyonluk kazandılar ancak günümüz futbolunda savunma anlayışı değişti, artık Vyntra-Papadopoulos tandemiyle değil turu geçmek, maç dahi kazanamazsınız. Biz dahi öğrendik, top karşı takımda olduğu vakit takımın nasıl konumlanacağını, nasıl alan daraltılacağını, takım savunmasının nasıl örgütleneceğini... Siz hala Vyntra'nın fiziki üstünlüğüyle rakip santraforu korkutmayı deneyin. Söz Vyntra'ya gelmişken; Panathinaikos'lu stoper sahanın açık ara en kötüsüydü. Samaras, ondan sol açık yaratmaya çalışan hocası kadar suçlu olamaz fakat yine de sahanın en kötülerindendi. Karagounis kötüydü, yerine giren Katsouranis daha da kötüydü. İsim isim gidersek Yunanistan'ı bitiremeyiz. Sadece, acilen 4-3-3'ü terk etmeleri gerektiğini söyleyelim. Orta sahada topa biraz daha fazla olmadan gol dahi atamazlar. Bunun için tek alternatifleri Siena'lı Tziolis'e daha fazla güvenmek ve belki de Ninnis'in çabukluğundan orta alanda faydalanmak olabilir. Zira öbür türlü, yarı alanı geçtikten hemen sonra, topu ceza alanına şişirmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey olmuyor.

G.Kore, tertip ve disiplin açısından şimdiye kadar izlediğimiz en iyi takımdı. Hemen her oyuncusu çabuk, çok iyi alan kapatıyorlar ve Yunanistan gibi bir takıma neredeyse hiç hava topu bırakmadılar. Üstelik ilk golleri bir duran toptan geldi. Rakibini en güvendiği silahıyla yıkmak çok eşsiz bir duygu olsa gerek. Kore'nin Yunanistan sınavını geçtikten sonra Nijerya önünde zorlanacağını söylemek de gerçekçi olmayacaktır. Zira her iki ceza sahasında da Yunanistan'a üstün gelebildilerse, Nijerya'nın görece fiziki üstünlüğü de onlar için çok bir şey ifade etmeyecektir. Önleri açık, Park Ji-Sung ve Park Chu-Yong formda. Freiburg'lu Cha Du Ri turnuvaya çok iyi başladı.

Kaybedenden devam edelim; Nijerya hakkında ne kadar iyi şeyler söylenebilir ki? Organizasyon fakiri, top tekniği düşük, sürate ve fiziki üstünlüğe dayalı bir takım görünümünde "Kartallar". Kesinlikle hevesliler ancak mental anlamda turnuvanın en yoksul ekiplerinden biri olduklarına şüphe yok. Acele vuruşlar, "timing" hataları, hatalı paslar ve pas tercihleri, basit pozisyon hataları, hepsini gördük. İyi bir şey yok mu? Var tabii, Martins, Yakubu ve Obasi oyuna katkıları ne olursa olsun, hırslılar. Bu turnuvayı önemsedikleri belli. Çok ciddi bir seyirci avantajları var. Topla arası iyi olan tek isim Odemwingie daha fazla yer almalı.

Maradonayı eleştirebilirsiniz. Oyuncu tercihlerini ve oyun şablonunu da eleştireblirsiniz. Ancak bugün gördük ki; teknik yönden bizlerin eleştiremeyeceği kadar bilgi sahibi. Golü kesinlikle çalışılmış. Söz konusu kornerden önce, saha içindeki ve yedek kulübesindeki tüm Arjantinli'ler o topun gol olacağını biliyorlardı sanki. Hedef adam da Heinze idi. Kimi ceza alanını karıştırdı, kimi rakibe hareket imkanı tanımadı ve Heinze zor bir kafa vuruşu yaparak ülkesini öne geçirdi. Bunun dışında, Di Maria ve Veron halen aksıyor. Gutierrez -bence- esas olarak bek değil. Messi turnuvaya iyi başladı. Maradona, 86'daki misyonunu doğrudan Messi'ye yüklemiş durumda. Turnuva boyunca onu kanada hapsolmuş olarak izlemeyeceğimiz kesin. Daha çok gezecektir. Ancak burada ki mesele Higuain ve Tevez'in ilk maç itibariyle gösterdikleri kötü performans. Gerçi Arjantin için bu hiç sorun değil. Agüero ve Milito her daim hazır olarak bekliyorlar. Sözün özü, Arjantin kötüydü; savunmada organize olamadılar, çok pas hatası yaptılar, çok gol kaçırdılar, fakat ibre hala onlardan yana.

İngilizler beraberliği Green'in hatasına bağlasalar da durumun iç açıcı olmadığı ortada. Aslında gayet iyi başlamışlardı ve Heskey'in muhteşem asistinde kaptan Gerrard şık dokunuşuyla henüz 4. dakikada durumu ülkesi lehine çevirmişti. Bu noktada, Heskey'in kapalı savunmalarda çok işe yarayacağından söz edebiliriz. Heskey, Capello için stratejik bir öneme sahip ve adeta planlarının başrolünde yer alır vaziyette. Nitekim, Gerrard'ın golü Capello'nun planladığı golün somut haliydi. Turnuva boyunca Gerrard'dan buna benzer goller, Heskey'den de buna benzer asistler bekleyebiliriz. Bu arada bir tahmin: Heskey turnuvanın asist kralı olabilir! Savunmaya dönersek; Ferdinand kaybının yara açacağı belliydi de herhalde kimse King'den bu kadar sönük bir performans beklemiyordu. Capello da King ve türevleri konumundaki Upson ve Dawson'a olan inancını kaybetmiş olacak ki yedek sağ bek olarak değerlendireceğini düşündüğümüz Carragher'i ikinci yarıda sahaya stoper olarak sürdü. Aslında İngiltere'nin temel problemi yapısal değil, hatta bizzat Barry'nin yokluğuyla ilgili. Yerine düşünülen Milner de sakatlandı. Elde bir tek Carrick kaldı. Carrick bu sezonki performansıyla bu yükü taşıyamaz.

A.B.D'nin belki de tek sempatik tarafı futbol takımı. Dempsey, Donovan ve Bradley gibi isimler oldukça yetenekliler. Özellikle Dempsey çok ayrı bir futbolcu. Kimi futbolcular özellikleri sıradan olsa dahi gol atma konusunda diğer meslektaşlarından daha başarılı ve şanslılardır. Bu türün en iyi örneklerini de Solskjaer, Inzaghi ve Forlan oluştururlar. İşte Dempsey de onlardan biri. An itibariyle, A.B.D'nin gruptan çıkma ihitmali İngiltere'ninkinden bile fazladır kanaatimce. Kaleci Howard'ın takım arkadaşlarına verdiği güvenin onda birini Green kendi takım arkadaşlarına verebilseydi maç daha farklı noktalanabilirdi. Gecenin sonunda orta ya çıkan tablo ise şu şekilde oldu: A.B.D her alanda olduğu gibi futbolda da "yolunu bulmakta"...

11 Haz 2010

Dünya Kupası Notları #1 : C.Blanco, Tshabalala ve Khune


Açılış müsabakasında G.Afrika ile Meksika karşı karşıya geldi. Karşılaşma Meksika'nın mutlak hakimiyetiyle başladı. G.Afrika'nın ise "ender gelişen" etkili ataklarıyla rakibine karşı koymaya çalıştı. Aguirre geldiğinden beri Meksika'nın oyun şablonunda ve temposunda gözle görülür bir değişim yaşanmıştı. Bu değişimi bu akşam da gözlemledik. Topa sürekli hakim olmayı ve oyunun kontrolünü elinde tutmayı seven bir takım yaratmış Aguirre. Bu sistemde en zorlanacağı ekip sahaya 4-5-1 şeklinde yayılan ve katı bir savunma anlayışına sahip G.Afrika olacaktı. Üstelik, kadrosunda Gaxa, Tshabalala, Masilela gibi kontra atak futboluna yatkın, süratli isimler bulunuyordu kadrolarında. Meksika ise sağ kanadı Aguillar ile oldukça etkili kullanıyordu. Ancak aynı şeyi sol kanattaki Vela için söyleyebilmek güç. Orta alanı ise Torrado-Juarez-dos Santos üçlüsüyle parsellemeyi planlamıştı Aguirre. Bu üçlü hem çok etkili biçimde pas yapabiliyor hem de Juarez ve Torrado'nun fiziki avantajları sayesinde top rakipteyken alan kapatıp, top kapma mücadelesine girebiliyordu. Ne var ki, özellikle ikinci yarıdan sonra, topun, başka hiçbir çaresi olmadığı için, adeta "mecburiyetten" Meksikalı'ların ayağında kaldığını gözlemledik. Nitekim bu dakikalarda, savunmanın arkasına sarkan Tshabalala, dar bir açıdan, enfes bir şut çıkarıyor ve 2010 Dünya Kupası'nın ilk golünü kaydediyordu.

Aguirre maça başladığı G.Franco-C.Vela ikilisinin yerine J.Hernandez-C.Blanco ikilisini sokmuştu. Bu dakikalarda oyuna giren Guardado'nun da dikine gitme çabalarıyla Meksika hücumlarına çeşitlilik kazandırdığını söyleyebiliriz. Ancak, Meksika adına asıl farklılığı 37'lik C.Blanco yaratıyordu. Halısaha maçlarındaki "göbekli amcaları" andıran Blanco tıpkı o göbekli amcalar gibi haddini bilerek aynı zamanda da tekniğini konuşturarak oynuyordu. O dakikadan sonra Meksika'nın beyhude top çevirişileri, Blanco'nun doğrudan ceza sahasına şişirdiği toplarla somut pozisyonlara dönüşüyordu. Bu pozisyonlardan birinde, Blanco, Guardado'ya kontrol edilmesi zor bir pas veriyordu, pası kontrol etmeyi başaran Guardado topu arka direkteki Marquez'e ortalayınca "El Tri" beraberliği yakalıyordu.

Açılış maçı, benim açımdan doyrurucuydu. Ancak maçı doyurucu kılan detaylardan en önemlisini halısaha topçusu tavırlarıyla Blanco, süratli ve akıllı futboluya Tshabalala ve topu oyuna hızlı ve etkili bir şekilde sokma yetisine sahip G.Afrikalı kaleci Itumeleng Khune oluşturuyorlardı. Açıkçası, Khune'yi ilk kez izledim. Ülkesinin en önemli takımlarından Kaiser Chiefs'te forma giyiyormuş. Çok atletik bir yapıya sahip ve topu oyuna çok iyi sokuyor. Bu turnuva boynca böyle oynamaya devam ederse, yaz sonu onu Avrupa'nın önemli kulüplerinden birinde görebiliriz diye düşünüyorum.

Urugay-Fransa maçının son yarım saatini izleyebildim. Dolayısıyla uzun uzadıya yorum yapmam doğru olmayacaktır. Fakat, Fransa'nın arka bölgesinin çok sağlam olduğunu söylemeliyim. Özellikle Toulalan-Diaby-Gourcuff üçlüsü turnuvanın en dominant üçlüsü olabilirler. Ne var ki, hücum hattındaki kara büyü sürmekte. Fransa için, bu hücum oyuncularıyla bu turnuva bitmez! Unutmadan, Govou'nun yerine derhal Malouda monte edilmelidir. Uruguay'ın futboluna oldum olası ısınamadım. Bunda, Forlan'ın, Suarez'in tarzını beğenmemem de etkilidir muhakkak. Sonuç olarak, 2010 Dünya Kupası'nın ilk gecesinden bizlere, biri Meksika, biri G.Afrika tarafından atılmış iki gol, Tshabalala, Khune ve C.Blanco'nun futbolu sevdiren çabaları kalıyordu.

10 Haz 2010

Stoch ve dos Santos




Öncelikle Fenerbahçe'yi bu "sansasyonel" transferinden ötürü kutlamalıyız diye düşünüyorum. Piyasa kurallarının hakim olduğu günümüz futbolunda bu tip hamleleri en iyi yapan kulüp Fenerbahçe. Tekrar etmekte fayda var; Fenerbahçe, Türkiye'nin piyasa mekanizmasıyla barışık, onun kurallarını izleyerek yönetilen ilk ve tek kulübüdür. Hal böyle olunca, sevmeyeni, nefret edeni de bol olacaktır tabii. Başkasının 3 haftadır takip ettiğini bir gecede alabiliyorsanız, en büyük stad, en kaliteli tesisler, sporun diğer tüm branşlarında pahalı transferler ve başarılar sizdeyse, üstüne üstlük tam da piyasada var olmanın koşulu olan "bir gün herkes Fenerbahçeli olacak" ve "Fenerbahçe Cumhuriyeti" gibi örtülü, gizli faşizm içeren sloganlarınız mevcutsa, liginde mücadele ettiğiniz ülkenin istisnasız tüm takımlarının sizden nefret etmemesi için hiçbir sebep yoktur.

Gelelim Stoch transferine...89'lu Slovak'ı Scolari'li Chealsea'nin son dakikalarından ve Twente'nin Avrupa maçları başta olmak üzere, bir kaç özet görüntüsünden tanıyorum. Dolayısıyla kesin bir yargıda bulunmam doğru olmaz. Fakat, Slovakya Dünya Kupası'nın bana göre sürprizlerinden biri, dolayısıyla Stoch'u önümüzdeki periyotta sıklıkla izleyeceğizimizi düşünüyorum. Ancak şu bir gerçek ki Stoch Türkiye standartlarına göre son derece hızlı ve teknik bir oyuncu görüntüsü çizmektedir. Bu yanıyla Fenerbahçe'nin sol kanatta yaşadığı problemler de düşünüldüğünde, "nokta" transfer olarak yorumlayabiliriz Stoch'un imzasını. Hemen burada, Galatasaray açısından ise bir başka gerçek ortaya çıkmakta: Stoch'un ne yazık ki dos Santos'tan çok daha fazla özellikleri olan bir oyuncu olduğunu söyleyebilmek zor. Hatta, hız, teknik ve adam eksiltebilme özelliklerinin benzerlikleriyle dikkat çektiklerini söyleyebilmek daha mantıklı görünüyor. Dolayısıyla, Galatasaray 3 haftadır Stoch'un peşinden koşacağına dos Santos'a imza attırmış olsaydı, Kewell ve olası Arda-Keita ayrılıklarının ardından kanat oyuncusu ararken çok daha rahatlamış olurdu.

Marko Marin, Mesut Özil, Javier Hernandez ve Stoch gibi genç yeteneklerin bu Dünya Kupası'nda yıldızlaşacaklarına inanıyorum. Bunun ilk işaretini Maradona ve Löw başta olmak üzere neredeyse tüm teknik adamların kadrolarında, çekinmeden bir çok genç yıldıza yer vermelerinden almıştım. Üstelik, Nani, Drogba, Robben ve Ballack gibi yıldızlar yokken veya tam olarak hazır değilken, yıldız vitrinine yukarıdaki gençlerden bir veya bir kaçının çıkacağını tahmin edebilmek de güç olmasa gerek. Gelelim Stoch- Dos Santos benzerliğinin -bence- son halkasına: Yaygın inancın aksine, dos Santos'un üst düzey bir oyuncu olduğunu ve Türkiye'de ikinci bir şansı hakettiğini düşünüyorum. Bana kalırsa, dos Santos da tıpkı yukarıdaki isimler gibi turnuvanın yıldız adaylarındandır. İddialı konuşuyor olabilirim, hemen yarın G.Afrika ile Meksika karşılaşacak, izleyip görelim.

Sözün özü, Fenerbahçe rakiplerini kendine biraz daha düşman edecek bir "başarılı hamle" daha gerçekleştirmiştir. Bundan Galatasaray'a çıkan pay ise, biraz daha uyanık olmak ve çözümü -bundan öncekilerde olduğu gibi- dışarda değil, içerde aramaktır. Dileyelim, dos Santos da ülkemizde kalsın, bir çok kez "Stoch - dos Santos benzerlikleri" başlıklı yazılar yazalım, başarıları üzerine konuşalım.

9 Haz 2010

Dünya Kupası Yanılsamaları : Stephen Warnock


Yanılsama, aslında gündelik hayatta da sıkça karşı karşıya geldiğimiz bir olgu, his. Genel olarak, zihnimizin, olmayan bir şeyi olmuş ya da varolan bir şeyi daha farklı bir şekilde kabul etmesi olarak tanımlayabiliriz bu güdüyü. Güdü kelimesini kullanıyorum, çünkü yanılsamalar, bizler kendimize itiraf edemesek dahi çoğunlukla kasten ya da söylediğim gibi güdüsel bir şekilde karşımıza çıkarlar. Daha fazla uzatmayayım, ömrüm boyunca yanılsamalarla yaşadım. Hatta bu uğurda, kimi zaman algımı bilerek körleştirdim. Önümde somut olarak duran bir gerçekliği, sağından solundan eğip-bükmek suretiyle, ondan kendime bir pay halinde, düş, tatmin ya da belirsiz bir takım hoşluklar yarattım. Sonuç olarak, belki de başlı başına ismiyle sınırlı olgulara dahi içinde barındırdığından daha fazla anlamlar yükleyerek, ortaya (iç içe geçmiş aynalar gibi), karmaşık, belirsiz ve göz alıcı bir takım güzellikler çıkartmaya çalıştım.

Dünya Kupası da bu sanrıyı en şiddetli yaşadığım olgulardan biri. Eğer o yaz Dünya Kupası varsa; hava daha bir sıcaktır söz gelimi. Maç saati gelmek bilmez. Tüm orta halli, siyah saçlı, sözüm ona "yürüten elbiselerin" iğreti durduğu adamlar Şenol Güneş'e benzetilir. Ya da daha fazla uzatmayayım, Bulgaristan'ın ( Amerika 94'ün hayaliyle) sol beki ısrarla sizin mahallede top oynadığınız arkadaşınıza benziyordur. Bu yüzden, Dünya Kupası her haliyle, biraz çocukluğa dönmektir. Yani esas olarak, hayaller kurmak, aslında olmayan bir şeye safça inanmak demektir.

Hatırladığım Dünya Kupası yanılsamalarımı turnuva boyunca fırsat buldukça buraya yazacağım. Ancak başlangıç için en güncel yanılsamalarımdan birini seçmiş bulunmaktayım: Stephen Warnock. Buraya daha önce sık sık not ettim; Warnock geçtiğimiz sezon G.Afrika'da olmayı en çok hakeden isimlerin başında idi. Nihayet bunu başardı ve Capello'nun 23 kişilik şampiyona kadrosunda kendine yer buldu.

Çoktandır varlığından haberdardım fakat, sanırım ilk kez 2004'te izlemiştim onu. O kadar ürkek ve zayıf görünüyordu ki bırakın bulunduğu mevkiiyi kaplamasını, stadın tepesinden onu seçebilmek bile büyük başarıydı. Sol ayağı yıllarca terbiye edilmiş gibiydi. Yalın fakat doğrudan, etkili bir şekilde görüyordu işini. Bir maç yetmişti Warnock'a ısınmama. Artık ne zaman Liverpool maçı izlesem, gözüm ister istemez o zaman esas sol bek görevinde olan J. Arne Riise ya da Djimi Traore'nin hatalarına takılıyordu. Böylesi günlerden birinde, bana, gün gelecek o sıska çocuk İngiltere'nin Dünya Kupası kadrosunda yer alacak deseniz, kesinlikle böyle bir şey olamayacağını söylerdim. Ama defterlerin, kitapların arasına sıkışmış müsvedde kağıtlarında Liverpool Şampiyonlar Ligi'ni ve benzeri daha bir çok kupayı kazanırken, kalemim sol beke hep aynı ismi yazmıştır: Stephen Warnock. Başlı başına bir yanılsama, algı hatası. Warnock hiçbir zaman dünyanın sayılı beklerinden biri olamayacaktır, üst düzey bir tek özelliği yoktur, ne var ki ben hep bir sürprizin gerçekleşmesini isteyerek, sanki onun ismini defterimdeki kadroya yazarak tüm dünyaya hatırlatacakmışım gibi, yıllarca sahip çıkmıştım Warnock'a. Liverpool serüvenini noktaladıktan sonra ilk kez Blackburn formasıyla gördüm onu. Artık ligin "sıradan" futbolcularındandı. Fakat geçtiğimiz sezon, O'Neill yönetimindeki Aston Villa'ya transfer oldu ve ben de tüm bir sezonu "işte yıllarca kendi kadrolarıma ismini bir an olsun çekinmeden yazdığım sol bek" diyerek, gururla geçirdim. Sanki beni Capello da duymuştu. Duymuştu ki Warnock'u G.Afrika'ya götürüyordu.

Warnocklu bir Dünya Kupası benim için öncekilerden çok daha farklıdır artık. Adeta sokak aralarında maç yapan takımların, başka bir semtteki maç kadrosuna"fasulye" kontenjanındaki bir çocuğu da alması gibi bir gurur ve başarı öyküsüdür.

30 Kişilik İngiltere

Stephen Warnock

7 Haz 2010

Gole En Yakın 4 Numara : Tim Cahill


Moyes'in Dünya Kupası'nda yer alacak olan, Cahill, Pienaar, Howard ve Donovan başta olmak üzere tüm oyuncularının, kupanın en parlak oyuncuları arasında yer alacağını düşünüyorum. Futbol algıları öylesine açık ve geniş ki böylesi turnuvalar tam da onlar için sanki.

Ne var ki Cahill bu isimlerin hep bir adım ötesinde yer alıyor. Premier Lig'de geçirdiği 6 seneden sonra ligin en iyi oyuncuları arasında yer almayı başardı. Etkili kafa vuruşları ve bitiriciliğiyle ünlenen Cahill, aynı zamanda Kangurular'ın ilk Dünya Kupası golünün de sahibi. 2006'da Japonya'ya 83. ve 88. dakikalarda attığı iki muhteşem gol ile ülkesinin ilk Dünya Kupası galibiyetinin mimarı olurken, uluslararası anlamda belki de ilk kez adını bu kadar kuvvetli duyuruyordu Samoa asıllı Avustralyalı. 2006 yazı tüm Avustralya için bir masaldan farksızdır. İkinci kez katıldıkları, dünyanın en büyük turnuvasında daha önce hiç yaşayamadıkları duyguları tadıyor, ilk gollerini, ilk galibiyetlerini ve hatta ilk kez bir üst tura çıkma sevincini yaşıyorlardı. Cahill ise üstün gol sezisi ve hedefe kitlenmiş gol vuruşlarıyla kupanın heyecanla takip edilen isimlerinden biri olmayı başarıyordu.

Aradan 4 yıl geçti. Ülkenin en önemli futbol ikonlarından Harry Kewell'i Galatasaray formasıyla izleme şansına eriştik. "Kule forvet" Viduka futbolu bıraktı. Tecrübeli kaleci Schwarzer kariyerine ikinci UEFA finalini ekledi ve kaptan Lucas Neill geötiğimiz yılı Galatasaray'ın stoperi olarak tamamladı. Yalnız bir şey değişmedi; Cahill halen Kangurular'ın en önemli gol umudu. O da bu beklentilerin farkında ve o da Dünya Kupası'na çok başka anlamlar yükleyenlerden. İnancım, Cahill'in turnuvanın adından en çok söz ettiren oyuncularından biri olacağı yönünde. Gole en yakın "4" numaradan, birbirinden farklı, ilginç, ustalık isteyen 3 veya 4 gol izleyeceğimizi düşünüyorum.

6 Haz 2010

Su Yorumcuları'na -1-


ben ne güzel işerim güneşe karşı
arkamda medrese duvarı önümde çarşı


bir sürekli kaşınmadır yaşadığım
törelere ve alışkanlığa karşı


geldim gittim geldim bir şey bulmadım

üzüldüğüme ve yorulduğuma karşı


ah aklıma her şey gelir, her şey gelir

doğan güne karşı batan güne karşı


sözde kirlettiğimiz bütün her şey duruyor

bak ne diyorum sana, ele güne karşı


biz duralım biz sürekliyiz duralım

durukluğa, tüberkuloza ve uranyuma karşı


durduk, ateş besledik, kuşları sürekledik

arkamız medrese duvarı önümüz çarşı


güneşe güneşe karşı

Turgut Uyar

Capello'nun Kaptanları

Ferdinand'ın idmanda Heskey ile girdiği mücadeleden sonra sakatlanması, 12 Haziran günü Rustenburg'daki Royal Bakofeng Stadium'da A.B.D'ye karşı kaptanlık pazunbandını Liverpool'lu Steven Gerrard takması anlamına geliyor. Eski kaptan Terrry'nin tüm dünyada yankı bulan skandalından sonra kaptanlık Ferdinand'a verilmiş ve sular nispeten durulmuştu. Ancak, Ferdinand'ın kadroda yer alamayacak olması kaptanlık konusundaki bir dizi tartışmayı da beraberinde getirdi.

Öncelikle, yaygın görüş takımdaki gizli kaptanlığın hala Terry'nin elinde olduğu, Capello'nun kamuoyunun baskısından çekindiği ve "kontrol bende" mesajını vermek istediği için Chelsea'nin kaptanından pazubandı aldığı inancında. Zira, Chelsea'nin patronu, bir diğer İtalyan Ancelotti de aynı ikilemde kalmış yine de Terry'e sözüm ona sahip çıkmış, pazubandına dokunmamıştı. Ne var ki, Milli takım patronu olmak demek çok daha geniş ve deyim yerindeyse kucaklayıcı olmanız demektir. Dolayısıyla, Capello'nun Terry'nin pazubandına çokta istemeden, tüm topluma ve kurumlara hoş görünmek amacıyla el koyduğunu söyleyebiliriz. Şu da bir gerçek ki İtalyan hoca taktiksel olarak olmasa da disiplinel anlamda otoriter ve despot bir anlayışa sahip. Yani, aslında Capello yönettiği her takımın aynı zamanda kaptanıdır da. Kızacaksa kızar, motive edecekse motive eder. Dolayısıyla, Capelo için bir kaptan, olsa olsa duygu ve düşüncelerini sahaya çabukça yansıtması için atanmış bir elçi konumundadır.

Son bir yıllık süreçteki ikinci kaptan Ferdinand'ın kaybı ise kaptan olamayacak olması açısından değil sahada yer alamayacak olması açısından önemli. İngilizlerin 2010'a ve G.Afrika'ya ne tür değerler atfettiğini hepimiz biliyoruz. Böyle bir durumda defansın gerçek liderinin sahada olmaması İngililerin canını en çok sıkan detay olacaktır. Zira mevcut kadroda Terry başta olmak üzere, ne King ne Upson ne de kadroya yeniden çağrılan Dawson, Ferdinand kadar soğukkanlı, ayağına hakim ve topu oyuna sokabilen isimler. Yani, İngilizler 11 Temmuz'da kupaya uzanamazlarsa rakiplerinden ve saha içi detaylardan çok Ferdinand'ı sakatlayan Heskey'i anabilirler.

Gelelim Gerrard konusuna. Fikrimi en başından söyleyeyim: Gerrard yalnızca Liverpool'un kaptanı olabilir. Çünkü çağdaş futbol anlayışına rağmen, davranışları ve saha içindeki tutumlarıyla Gerrard son derece yerel bir futbolcu imajı çiziyor. Bunu, 30 yaşındaki futbolcunun şu ana kadar ülkesi adına katıldığı turnuvaların hiçbirinde akılda kalacak bir performans dahi göstermemesiyle destekleyebiliriz sanırım. Yani, Gerrard İngiliz milli takımını harekete geçirecek, gerektiğinde tempoyu yükseltip gerektiğinde alçaltacak kadar dirayetli gözükmüyor. Tabii pratikte görene kadar laflarımız havada kalacaktır. G.Afrika'nın, bu anlamda Gerrard'ın rüştünü ispatlaması açısından bir sınav niteliğinde olduğunu da belirtelim. Stevie G. gelmiş geçmiş en karizmatik futbol karakterlerinden birisidir gözümde, dileyelim laflarımızı boşa çıkarsın.

Capello'nun başlı başına bir kaptan olduğu ve İngiltere'nin saha içinde ağırlığı hissedilen bir kaptana ihtiyaç duymadığı fikrini paylaşıyorum. Ne var ki, kulübeden hissedilemeyecek ve müdahil olunamayacak durumlarda, saha içindeki motivasyonu, takım içi dengelerin takım lehine değişmesi konusundaki katalizör görevini, kaptan Gerrard değil Guardian'dan Paul Hayward'ın da belirttiği gibi yenilgiyi kabul etmeyen, hırslı yapısıyla tanınan Wayne Rooney ve eski kaptan John Terry üstleneceklerdir. Onun dışında, Gerrard, seramonilerde en ön sırada yer alacak, ağır ve "cool" tavırlarıyla İngiltere'nin vitrinini temsil edecektir ki böylesi bir görev dağılımı belki de İngiltere için en sağlıklısı olacaktır.

5 Haz 2010

Benitez'in Gidişi, Dalglish ve Hodgson


6 yıllık Liverpool döneminde Rafa tüm Liverpoollu'lar için bir umut olmuştur. Sırf bu sebep bile Rafa'nın arkasında durmaya yeter. Yalnız, geçtiğimiz sezon, baş sorumlusu Amerikalılar olsa dahi, Rafa en aciz, en basiretsiz dönemini geçirmiştir. Aslında bu çöküş, mali yanı dışında tesadüfi de olmamıştır. İlk yıllarında 25-26 oyuncuya dayanan geniş kadrosunun bir sonucu olarak, her maçı farklı düşünen ve bir sonraki maç için en yüksek verim alabileceği 11 kişiyi seçebilen bir Liverpool söz konusu idi. Fakat yıllar ilerledikçe, Rafa'nın -nasılsa- bu avantajını yitirdiğini gözlemledik. Gerçek; Liverpool'un, United, Chelsea veya Arsenal kadar transfer bütçesi olmadığıdır. Ancak, bir diğer gerçek ise, mevcut fonun Rafa tarafından 5-6 oyuncuya deyim yerindeyse çar-çur edildiğidir. Dolayısıyla, kısa süre sonra, artık Benitez'in elinde sürekli optimuma ulaşabilecek bir kadro derinliği ve yapısı kalmamıştı. Crouch kendi isteğiyle ayrılmış olabilir, Keane'nin gönderilişi Mascherano'nun bonservisinin alınışına yorulabilir, Aqua'nın hala zamana ihtiyacı olduğu ya da Riera'nın disiplinsiz tavırlarıyla kendi başını yediği de söylenebilir ama en önemlisi bunların her birinde biraz da Rafa'nın suçlu olduğu gerçeğidir. Rafa hakkındaki satırları tamamlarken, kendince bir Liverpool taraftarı olan bana, yaşadığım en mutlu futbol anı'nı bahşettiği için minnettar olduğumu söyleyebilirim, bir anlamda elin Amerikalısı sayılabilecek insanlara karşı onu savunmak da boynumun borcudur fakat iş kriz yönetmek ve uzun soluklu bir maratonu göğüslemekse doğru adres Rafa değildir.

Kırmızılıların efsanevi kalecisi Grobbelaar "şu an bu iş için en uygun kişi Dalglish'dir." diye buyurmuş ve kulübün yeniden stabil hale gelmesinin, eski günlere dönmesinin ancak Dalglish'in ipleri eline almasıyla mümkün olduğunu eklemiş. Grobbelaar'ın bu açıklamalarının kaleciliğinden daha soğukkanlı ve güvenilir olduğunu belirtmeliyim. Bu görüşlere katılıyorum ve sanıyorum Dalglish'in kulübün başına geçmesine itiraz edecek Liverpoollu sayısı çok azdır. Halihazırda kulübün içinde görev alan (sportif direktörden daha çok danışman gibi bir makamda, aynı zamanda Liverpool Youth Academy'nin başında görev alıyor) efsanenin takımın başına geçmesi Gerrard başta olmak üzere çoğu futbolcunun kaybettiği heyecanın yeniden yeşermesine sebep olacaktır. Ancak, Dalglish'in bu süreçteki en büyük handikapı neredeyse 10 senedir kulübenin başına geçmemiş olması olarak göze çarpıyor. Benim hatırladığım, İskoç efsane en son 2000 yılında 3 aylık kısa bir Celtic macerası yaşamıştı. Yine de, Dalglish'in teknik adamlığı da en az oyunculuğu kadar ışıltılıdır; Liverpool'a son lig şampiyonluklarını ve daha da önemlisi Blackburn Rovers'a Premier Lig şampiyonluğu yaşatmıştır.

Benitez'in gidişinin ardından adı kulüple anılan bir çok hoca var fakat bu isimler arasında benim en çok önemsediğim bir diğer isim Roy Hodgson. Fulham'la başardıklarını buraya sıkça not ettik. Dalglish'ten sonra en güçlü adaylardan biri ki Hodgson'un Liverpool'un başına geçmesi, Premier Lig'de henüz "büyük takım" yönetememiş bir Hodgson'un böyle bir şansı yakalamış olması açısından önemli gözüküyor. Hodgson son iki yılda alabileceği en önemli eğitimi aldı, olgunlaştı, hatta bilgeleşti; şimdiki yeri -bence- kesinlikle Liverpool olmalıdır. Hodgson'un Kırmızılılarla buluşma imkanının sandığımızdan daha çok olduğunu, hatta bu konuda Hodgson'un Liverpool'lu eşini bir ikna aracı olarak kullanılmakta olduğunu da belirtelim.

Dileyelim, Dalglish, Hodgson, O'Neill veya sözü geçen kimi Hollandalılar'dan hangisi gelirse gelsin, işler bir süreliğine Liverpool lehine gitsin. Zira bundan sonra, her şeyden çok şansa ihtiyaçları olacak.

1 Haz 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #1 Harry Redknapp


Allardyce ile birlikte Premier Lig'in yoğun temposunu kaldırmakta zorlanan isimlerden bir diğeri Redknapp. Daha önce yazmıştık, ciddi bir rahatsızlığı olmamasına rağmen, stresten korunmak için 1 senedir düzenli olarak kalp ilaçları alıyormuş. Yaşının 63, çalıştığı ligin Premier Lig olduğunu düşündüğümüzde Redknapp'in ilaç alması, Ferguson kadar soğukkanlı olmayı beceremediğine göre son derece normaldir. Tottenham, Şubat'ın sonundan Mart sonuna kadarki periyodu yenilgisiz tamamlayarak 4.'lüğü almıştu ve son dört haftaya kadar bu konumunu korumuştu. Dördüncülük için City ve Villa ile yarışırken, bir anlamda kendi göbeğini kendisi kesmek zorunda kaldı ve son 6 maçlık periyotta Arsenal, Chelsea ve rakiplerinden City'i yenerek Şampiyonlar Ligi yolcusu olmaya hak kazandı.

Geçen sezondan itibaren, Redknapp'ın Tottenham'ı bir başka idi. Juande Ramos ile galibiyete hasret kalan transfer şampiyonu Spurs, Redknapp'dan sonra bambaşka bir çehre kazanmış fakat yalnızca ligde rahat bir pozisyonda yer almayı başarabilmişti. 2009-2010 sezonu ise Redknapp için olağanüstü geçmişti. Eski takımı Portsmouth'tan getirdiği Kranjcar, Crouch, Defoe ve Kaboul bu sezon takımın başarısında en önemli rolü üstlendiler. Bunun yanında, Ramos dönemi transferlerinden kaleci Gomes, Modric ve Pavlyuchenko gibi yıldızları silmedi, onlara sahip çıktı ve mevcut yapıyı Huddlestone,Palacios ve Bale gibi isimlere aktif rol vererek güçlendirdi. Öyle ki, Redknapp'ın Tottenham'ında görev alan oyuncuların tümü vasatın üstünde bir performans sergiledi bu sezon. Big Four'un içine girmeyi başardılar. Daha doğrusus Big Four zincirini kırdılar. Bunu son 10 yılda sadece Leeds, Newcastle ve Everton başarmıştı. Üstelik o zamanlar Chelsea ve Manchester City tarihin sahnesinde bu kadar önemli bir yere sahip değildiler.

Big Four zincirini kıran, parmakla gösterilen bir takım yaratmayı başaran Redknapp, bugün İngiltere Milli Takımı'nın omurgasını oluşturan, Ferdinand, Carrick, Joe Cole ve Lampard gibi isimlerin yetiştiği West Ham akademisinin başındayken dahi bu kadar başarılı olamamıştı.

31 May 2010

Gitme Kal


Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir

Gözyaşlarını aklına getir
"GİTME KAL" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir

Gitme aklına getir


Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı

Dağların kuytusunda bir uslu çiçek

Dağıtır mavisini kendi kendine

Gitme beraberlik içinde

Nasıl sevinirdik aklına getir


Her şeyi her şeyi aklına getir

Gece yarılarını aklına getir

Söylediklerini aklına getir

Sinsi yağmurlar yağıyordu

Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir

Güllerin sevincini aklına getir


Ne çok severdik seni aklına getir




ARİF DAMAR

29 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #2 Roy Hodgson


Sezonun bitiminde Ferguson "Hodgson bu sezon yaptıklarıyla Premier Lig'in en iyi hocalarından biri olmayı başarmıştır..." diye hükmünü verdikten sonra Hodgson'un geldiği nokta hakkında daha fazla söz etmeye gerek yok aslında. Son dönemde Fulham hikayeleri de sıkça yer buldu çeşitli mecralarda. Öyleyse biz dikkatimizi çeken bir kaç tespiti yapıp Hodgson'un başarısını kendimizce taçlandırmakla yetinelim.

Hodgson, Fulham'ın League One'dan Premier Lig'e uzanan sürecinde Jean Tigana'dan sonra en çok emeği bulunan ikinci teknik adam. 1976'da Halmstad'da başladığı "Kuzey" turunu 2007'de Finlandiya milli takımıyla sonlandırdı ve bu sırada görev aldığı hemen her takımla çok ciddi başarılara ulaştı. Yumuşak karnı Premier Lig tecrübesizliği idi. 1997'de iki sezon önce lig şampiyonluğuna ulaşmış Rovers'in başına geçti. Çok iyi hamlelerle kotardığı ilk sezonun ardından, ikinci sezonun sonunu dahi getiremeden İngiltere'yi terketti. 2007'de Fulham'ın başına geçene kadar elinde bulundurduğu tek Premier Lig hatırası buydu Hodgson'un. Fakat Kuzey'de oldukça "pişmişti" ve 2007 Aralık'ında ligin diplerine demir atmış Fulham'ı çalıştırmayı kabul ettiğinde, aslında "kumara" değil farklı ülkelerde elde ettiği tecrübe ve birikimleri nihayet yansıtabilmeye meraklı olduğunu henüz kimse bilmiyordu, tahmin edemiyordu.

Sonuç olarak 2008-2009 sezonunu 7. bitiren, ertesi sezon yer aldıklar Avrupa Ligi'nde finale kadar yükselen, 14-15 oyuncunun içinde bulunduğu dar bir rotasyon sistemiyle Premier Lig'de var olmayı başarabilen, geleneksel İngiliz futbolunu çağdaş motiflerle süsleyen bir takım yaratmış bulunuyordu Hodgson. Takımı bu sezon ligi 12. bitirdi ama ardında o kadar anlamlı şeyler bıraktı ki, bunların her biri tek başına Hodgson'u Ada'da sezonun en iyi teknik adamlarından biri yapmaya yetti. Kişilikli futbol anlayışının yanı sıra, sezon içindeki Smalling-Drogba eşleşmesinde 18'lik genç stopere güvenebilmesi, Zamora ve arkasında gezdirdiği Gera'nın üst düzey bir sezon geçirmelerini sağlayarak bu iki isme futbolculuklarının altın çağını yaşatması, Hodgson'un en önemli eserleri olarak zihinlerdeki yerini alırken, Avrupa Ligi'nde Shakhtar başta olmak üzere, Juventus,Wolfsburg ve Hamburg gibi favorileri eleyerek ulaştığı final, futbol var olduğu sürece "diğerleri"nin de iddiası olduğunu anlatması sebebiyle, onu tarihin en "hevesli" sayfalarına kaydediyordu.

22 May 2010

Metin Çulhaoğlu: "Bir Bakıma İyi Oldu" Kısım 2

Genel olarak Türkiye solu söz konusu olduğunda “çocukluk döneminden” söz etmek tuhaf gelebilir.
Öyle ya, solun kaç yıllık tarihi, bunca deneyimi vardır; hâlâ mı “çocukluk dönemi”?
Gerçekten de sol, çocukluk dönemini tarihsel olarak geride bırakmıştır; ama içinde hâlâ bir çocuk vardır ve solun içindeki bu çocuk kimi özel durumlarda başını dışarıya uzatmakta, kendini göstermektedir.
Türkiye solunda çocukluk daha çok boş beklentilerle, hiç de sevimli denemeyecek saflıklarla nüksetmektedir. Örneğin:
Öyle biri çıksın ki, sivil toplum kuruluşlarından aldığı pasla önce “demokratikleşme” alanında dripling yapsın, Kürt sorununun çözümünü engelleyenlerin sağından atıp solundan geçsin, demokratik güçlerle verkaça girdikten sonra asker vesayetine bir bacak arası çeksin, kademeye giren Ergenekoncuları seri çalımlarla geçip düzeni tek ayak üzerinde yakaladığında köşeye plasesini yapsın…
İşte o an tribünlerde oturmayı itiyat haline getiren “solcular” harekete geçecek, maçı televizyondan izleyen emekçiler mest olacak, zor beğenen orta sınıf aydınlarla akademisyenler “tamam, şimdi oldu” diyecek, medya ekranlarını bu kahramana açmak zorunda kalacak, Türkiye’nin çehresi değişecek ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”…
Oysa Türkiye solu bu dönemde siyaset Maradonaları, Messileri aramadan, ama bunlar yok diye Alexlere, Ardalara ve benzeri başkalarına da fit olmadan kolektif “oynamak”, böyle hareket etmek zorundadır.
Seçkin, sürükleyici ve yaratıcı lider mi?
Elbette olabilir. Ama aranmaz. Böylesi varsa zaten ortaya çıkar, kendini gösterir ve kabul ettirir. İlle de tutup birine ihale etmenin anlamı yoktur.
Olursa, çıkışının özel bir dönemi, konjonktürü de olmayacaktır. Kalburüstü lider, emekleme döneminde de, bozgun sonrası toparlanma çabalarında da, yükseliş evresinde de, iktidar uğrağında da ortaya çıkabilir.
Ama hiç çıkmayabilir de.
Bir kolektif, kendi “starı” olmadan da başarıya ulaşabilir.
Bursaspor’un şampiyonluğu, bunun olabilirliğini gösterdiği için, bir “vakayı hayriye” sayılmasa bile olumlu bir gelişmedir.

Metin Çulhaoğlu: "Bir Bakıma İyi Oldu" Kısım 1

Bursaspor'un şampiyonluğu üzerine yeri geldikçe konuşmaya devam ederiz. "Devrim" mi, değil mi ? tartışmalarının ötesinde, Bursa'nın şampiyonluğu hakkındaki en önemli sözleri Metin Çulhaoğlu Birgün Gazetesi'ndeki köşesinde söylemiş. Sözü uzatmadan Çulhaoğlu'na bırakalım ve Bursa'nın şampiyonluğu neden "iyi" olmuş bir bakalım. Yazıyı, okunabilirliği açısından iki kısım halinde koyacağım.


*****

Bursaspor’un şampiyonluğu bir bakıma iyi olmuştur.
Takımın teknik direktörü Ertuğrul Sağlam’ın siyasal eğilimlerinden, taraftarının Diyarbakırspor maçında sergilediği tutumdan, olur olmaz çalınan mehter marşından ve başka şeylerden hazzetmeyenler vardır elbette.
Ben de bunlardan biriyim.
Ancak, Bursaspor’un şampiyonluğu bir bakıma iyi olmuştur.
“Kodu mu oturtan” Genelkurmay Başkanlarına, bir yazısıyla kanaat değiştirten köşe yazarlarına, kişisel karizmasıyla “solu toparlayacak” liderlere, tek başına bilmem kaç sol parti ettiği söylenen zatı muhteremlere meraklı bir toplumda Bursaspor’un şampiyonluğu bir bakıma iyi olmuştur.
Hadi, bulun bakalım Bursaspor’u “tek başına” sırtlayan bir futbolcu!
Başka bir takım olsaydı, “şampiyonlukta bireyin rolü” edebiyatı olanca hamasetiyle üzerimize çökecekti.
Örneğin Fenerbahçe şampiyon olsaydı, Alex baş tacı edilip “kaptan gemisini gene kurtardı” denecekti.
Galatasaray olsaydı, başarı özellikle ilk yarıdan hareketle Milan Baros’a “indirgenecekti”.
Beşiktaş olsaydı, Bobo’nun fırsatçılığına övgüler düzülecek, bir de Rüştü için “yıllanmış şarap” göndermeli övgüler devreye girecekti.
Peki, Bursaspor için ne denecek? Başarı kime, hangi futbolcuya “indirgenecek”?
Bulgar panteri İvankov? Kanat bindirmesi ustası ve asist kralı Ali Tandoğan? Galatasaray/Beşiktaş eskisi Ömer Erdoğan’la Zapo? Takımın vasat sol beki Mustafa Keçeli? Balkan Marksist’i Ergiç ile Trabzon küskünü Hüseyin? Bu sezon takımın iki kanadına patlama yaptırtan Volkan ile Ozan? Helin Avşar motivasyonlu Sercan Yıldırım?
Bursaspor’un başarısını bu oyunculardan herhangi biriyle açıklamak, şampiyonluk için “en başta onun eseri” demek mümkün mü?
İşte, bu bakımdan iyi olmuştur.
Bursaspor, en azından, futbolun kolektif oynanan bir oyun olduğunu, kolektif zor’un “starlara” veya tek kişilik ordulara üstün gelebileceğini göstermiştir. Bir de şunu: Maradona gibisini, Messi’yi ve böylelerini getirebiliyorsan tamam, işi “star sistemiyle” götür. Yok, getiremiyorsan, paran yetmiyorsa veya adam gelmiyorsa, o zaman otur oturduğun yerde ve “futbol kolektif bir oyundur” basit ilkesine razı ol...
Tutup Alex’i, Elano’yu, Tabata’yı fazlaca cilalayıp sonunda şapa oturma.
• • •
12-13 yaşlarındaki çocukları futbol oynarken hiç izlediniz mi?
İzlerseniz, bir durum dikkatinizi çekecektir. Futbol oynayan çocukların büyük çoğunluğu, çalım atma, önündekileri birer birer geçip rakip kaleye gitme hevesindedir. “Akıllı” oynamak, kendini helak etmeden topu en elverişli durumdaki takım arkadaşına atmak, kafayı kaldırıp kim nerede bakmak, geridekilerin yardımına gitmek, çocuklarda nadiren görülen durumlardır. Bu nedenle, futboldan anlayan altyapıcılar çocukları izlediklerinde “çalım ustası” olanlardan çok, akıllı oynayanları gözlerine kestirirler.
Çocuk yaştakiler arasında çalımcı sürü sepet bulunur; ama aklıyla oynayan (yaş gereği) istisnaidir ve ilerde iyi futbolcu olabilecek hamurdandır.

20 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #3 Carlo Ancelotti




Takımına 5 sezon sonra çifte kupa kazandıran bir teknik adam bu listenin de liderliğini hak etmez mi? Amacımız, şampiyonlara biraz daha gerilerde yer vermek ve deyim yerindeyse çifte kupadan görece daha zor hedefleri gerçekleştirenleri listenin tepesine taşımak. Yani, Ancelotti bu sezon şüphesiz çok önemli işler başarmıştır ama "seçim sistemi"nin aleyhine işlemesi sonucu, kendisine 3. sırada yer bulmuştur.

Ancelotti nasıl bir teknik adamdır? Bu sezon hangi doğrularla Chelsea'yi çifte kupaya taşımıştır? Sezonun en iyi teknik direktörleri serisi, bir anlamda ödül töreni konseptinde olduğu için uzun uzun taktiksel incelemelere girip, başarının nasıl geldiğini detaylandırırken, niyetimizden sapmak istemiyoruz. Hem zaten bu işi Fever Pitch Blog'dan Can gayet güzel yapmış. İsteyen şuradan okuyabilir, okumalıdır.

Bize göre, Ancelotti'nin temel başarısı 4-3-1-2 veya 4-3-2-1, hangi dizilişi benimserse benimsesin, bunu, deforme, asimetrik kısacası dağınık bir şekilde yansıtmasıdır. Bir yandan dizilişlerde bu açık fikirli yaklaşımını sürdürürken, oyuncu seçimlerinde de, Drogba'nın formu iyi olduğunda Anelka ne kadar nazlanırsa nazlansın, Anelka'yı, aynı şekilde Fransız'ın formu iyi olduğunda da Fildişi'li golcüyü yanında bekletebilecek kadar kuralcı davranabilmesi, takım içi rekabet dengesini de takımın lehine döndürerek, bir anlamda sistemin "tıkır-tıkır" işlemesine vesile olmuştur. Öyle ki, Ballack'tan Belletti'ye, Belletti'den Deco'ya tüm oyuncuları yeniden kazandı Ancelotti. Joe Cole hariç. 7'şer, 8'er gollü galibiyetlerine hiç girmeyeceğim, rekor gollü şampiyonluğa değinmeyeceğim. Zira hepsi, bu sistemin tam anlamıyla oturtulması doğrultusunda vuku bulmuşlardır. Dehasına, Obi Mikel, Ivanovic, Ballack ve Anelka'nın üstünde bir kez daha şahit olduğumuz Carlo, futbola hocası Sacchi'den aldıklarından fazlasını bırakacak gibi görünüyor.

Son olarak; Stanford Bridge'deki şampiyonluk kutlamalarında "Come on Chelsea" diye bağırmaktan çekinmeyen performansı ile Carlo "gönlümün listeleri" dışında tüm listelerde birinciliği alabilir, alacaktır.

19 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #4 Alex McLeish


Sırada listenin son ismi Owen Coyle'den farklı bir profile sahip olan Alex McLeish var. "Big Eck" i Coyle'den ayıran en önemli fark, sahip olduğu oyunculuk kariyeri ve daha önce Rangers, Hibernian gibi İskoçya'nın kalburüstü takımlarını çalıştırmış olması. Oyunculuğu döneminde stoper olarak göre yapan McLeish, 77 kez İskoçya Milli Takımı'nın formasını giymiş, 11 sene aralıksız sürdürdüğü Aberdeen kariyerinde de tam 493 maça çıkmış. Yani McLeish işin mutfağından geliyor diyebiliriz.

Bu bilgilerden sonra, McLeish'in sezon sonu bu listede olmasını sağlayan hamlelerine bakalım:

"Big Eck"in Aberdeen'de oynadığı dönemlerde, Aberdeen'in hocalığını Alex Ferguson yapıyor ve kulüp Celtic ile Rangers'in ardından bir İskoç kulübün kazandığı en yüksek başarıya imza atıp 1982-83 sezonunu Kupa Galipleri Kupası şampiyonu olarak tamamlıyordu. Şahsi fikrim, tüm İskoç teknik adamların Ferguson'u model olarak aldıkları yönündedir. Bunun yanında, McLeish bir zamanlar öğrencisi olduğu Fergie'den çok daha fazla etkilenmiştir diye düşünüyorum. Bu gerçeğin, yıllar sonra, 2009-10 sezonunda McLeish Premier Lig'de Birmingham'ın hocalığını yaparken iyiden iyiye açığa çıktığını görüyorum. "Big Eck" de aynı Ferguson gibi oyunun kontrolünün sürekli olarak -rakip kim olursa olsun- onun elinde olmasını istiyor, aksi takdirde morali bozuluyor ve takımı çoğu zaman çaresiz bir hale dönüşüyor. Topun sürekli kendinde olmasını isteyen, kendinde olmadığı zamanlarda da, dizilişi ve aldığı pozisyonla rakibin etki alanını kısıtlayan oyun yapısıyla, rakibinin deyim yerindeyse elini kolunu bağlıyor.

McLeish kurduğu sistemi ve ilk 11'ini bir sezon boyunca neredeyse hiç bozmadı. Yönetimi altında, eski Leeds efsanesi Bowyer yeniden parladı, Scott Dann sezonun en iyi defansları arasında anıldı. Takım, 24 Ekim 2009'da evinde Sunderland'i 2-1 yenerek başlattığı yenilmezlik serisini tam 12 maç sürdürdü ve bu süre içerisinde ilk 6'nın içinde yer almayı başardı. Bu periyodun ardından, ligin sonuna kadar bocalasa da artık ligin "üst-orta" sıralarının takımı olduğunu göstermişti.

Ligi 9. olarak tamamlayan Birmingham ayrıca, Fulham hariç, altındaki tüm takımlardan daha az gol yiyerek ligi bitirdiği noktanın tesadüf olmadığını gösterdi. McLeish'in oyuncuları, oyuncuların da McLeish'i parlattığı bir sezon oldu onlar için 2009-10 sezonu. 12 maçlık yenilmezlik serisi, oluşturduğu istikrarlı kadro ve savunma anlayışı onu sezonun -bizce- en iyi 4. hocası yapan etkenlerin başında geliyor.

18 May 2010

Ada'da Sezonun En İyi Teknik Adamları #5 Owen Coyle


Her sezon bitiminde bu tip listelemeler yapılır. İlgilendiğimiz, gündemimizi meşgul eden hemen her ülkenin en üst liglerinde şampiyonlar belli oldu. Ancak, amacımız salt şampiyonların onurlandırıldığı hakim yayınların aksine, sahip olduğu imkanlar çerçevesinde en az şampiyonlar kadar önemli işler yapan hocaları da gündeme getirmek, onlara teşekkür etmektir. Futbol, diğer sporlara nazaran favorilerin en çok zorlandığı, fakat son kertede, yine de favorilerin "avantajlı" olduğu bir oyun. Bu açıdan bakıldığında, Ertuğrul Sağlam'ın şampiyonluğu, Harry Redknapp'ın -çok iyi bir kadroya sahip olsa da- Tottenham'ı ilk dörde sokabilmesi ya da Roy Hodgson'un Fulham'ının Avrupa Ligi'nde final oynayabilmesi çok daha anlamlı "detay"lardır. Bize düşen görev ise, onların bir sonraki senenin "detay"ı yapacak hakim futbol anlayışından, favorilerden olabildiğince uzak durmaktır.

Sözü uzatmadan, Premier Lig'in bu sezon için en iyi 5 performansını sergileyen teknik adamlardan -bizce- 5.'si olan Owen Coyle'ye geçelim:

Owen Coyle : Listenin en genç ismi Coyle henüz 44 yaşında. Futbol kariyeri boyunca Dundee United, Motherwell, Dunfermline United ve Falkirk gibi İskoçya'nın vasat ekiplerinde forma giyen İskoç-İrlanda asıllı teknik adam, günümüzde yükselen "sönük futbolculuk geçmişi"ne sahip fakat dersini iyi çalışan teknik adamlar akımının en önemli temsilcilerinden. Burnley efsanesinin kurucusu olan Coyle, 2007'de yönetmeye başladığı Lancashire ekibini 2009-2010 sezonunda Premier Lig'e çıkartmayı başardı ve Ocak ayına kadar herkesin takdirini toplayan bir takım haline getirdi. Coyle'nin, Burnley'i bıraktığı 2010 Ocak'ında The Clarets ligde 14. sırada yer alırken, Coyle'den sonra, 5 aylık periyotta takım yalnızca 3 galibiyet alabildi ve 18. olarak ligden düşmekten kurtulamadı. Burnley'den sonra Bolton'da izlediğimiz teknik adam, Bolton'la çıktığı ilk 4 maçında mağlubiyet almayarak önce kulübü düşme hattının üzerinde tutmayı başardı, ardından, lig sonuna kadar aldığı 6 galibiyetle gelecek sezon ne kadar önemli işler yapabileceğini göstermiş oldu.

Bitirirken Coyle'nin bu sezon imza attığı iki önemli başarıyı bir kaç cümle ile özetlemeye çalışalım:

1- Bolton Wanderers'in bu sezon ligde kalmak içi topladığı toplam 39 puanın 25'inde Owen Coyle'nin imzası var. Ocak ayında göreve başlayan teknik adam, Bolton'da sezon sonuna kadar 24 maçta görev yapmış ve bu 24 maçtan 25 puan çıkarabilmiş. Bu performans ilerde Coyle'nin adını daha çok anacağımızın göstergesi gibi.

2- 2009-2010 sezonunda, Burnley 33 yıl sonra tekrar İngiltere'nin en üst düzey liginde mücadele etmeye hak kazanırken takımın başında Owen Coyle vardı ve ligin henüz 2. haftasında Turf Moor'da Manchester United'i mağlup eden Burnley'in 33 yıl sonra aldığı ilk "büyük" galibiyete de önderlik ediyordu. Maçı canlı olarak izlemiştim ve şunu söyleyebilirim ki, Burnley o gün United'ı Turf Moor'un çimlerine gömmüştü.

16 May 2010

"Lyon-Bursa Benzerliği ve Bursa'nın Şampiyonluk İhtimali" ... ve Bursa Şampiyon


Sözü fazla uzatmayacağım.4 Mart 2010 tarihinde bu yazıyı sevgili Oğuz'un bloguna(hala bilmeyenler varsa: mutlakgolpozisyonu.blogspot.com) yazmıştım.Onları Diyarbakırspor'a yaptıklarından dolayı hiç affetmeyeceğim.Ayrıca,Diyarbakır'daki rövanş mücadelesinde Ali Tandoğan ve Ivankov bence provokatif davranarak olayların bu derecede yaşanmasının baş sorumluları olmuşlardır fakat iyi şeyler de oldu Bursa'da bu sezon.Öncelikle,Trabzon'dan sonra ilk defa şampiyonluk denen o büyüye inanmış bir şehir gördük.Volkan Şen'i,Ozan İpek'i tanıdık,içimizden birinin de bu işi "kotarabileceğini" öğrendik ve en önemlisi Ivan Ergic gibi "özel" bir futbolcuyu şampiyonluk madalyasıyla izleyebildik.Değerli kelimelerin çok sık kullanıldıkları vakit anlamlarını yitirdiklerini düşünürüm o yüzden kullanırken çekiniyorum fakat sanırım Bursa'nın şampiyonluğu Türkiye Futbol Tarihi'nde bir devrimdir.

Bursa'nın şampiyon olabileceğine inanarak yazmıştım...

****

1600'lü yıllarda Lyon'un nüfusu ne kadardı bilmiyorum ama,o zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları içerisinde en büyük ikinci şehir olan Bursa'nın nüfusu yaklaşık 150.000 kadardı.Bu nüfusun neredeyse 1/3'ünün Ermenilerden oluştuğunu da belirtelim.Ayrıca,Avrupa'da Sanayii Devrimi öncesine kadar İstanbul'un 1 milyonluk nüfusuyla Londra(200.000) ve Paris(400.000) gibi önemli metropolleri geride bıraktığını,bir anlamda da şehir hayatı,ticaret,finans gibi alanlarda bu şehirlerden daha önemli bir merkez olduğunu anlayabiliriz.Bizler her ne kadar genelde İstanbul'un tahtını Londra veya Paris'e kaptırışıyla ilgilensek de,bu yazının konusu Bursa'nın bir anlamda tahtını Lyon'a kaptırmasına ilgili olacaktır.

Öncelikle,Bursa'yı Lyon ile kıyaslarken hiç bir demografik ya da sosyo-kültürel benzerlikten yola çıkmadığımı belirtmeliyim.Ancak,her iki şehrin de çok dikkat çekici benzerliklerinin olduğunu söylemek gerekir.Mesela,sadece Türkiye'de değil tüm dünyada tekstilde adını duyurmuş bir şehir Bursa.Aynen ipek dokumalarıyla ünlü Lyon gibi...Her iki şehrin yer altı kaynaklarının taşıdığı önemi de belirtmeye gerek yok bile.Bunların dışında,İskender'iyle ünlü Bursa'nın yanı sıra Lyon'un Avrupa'nın Gastronomi başkenti olduğu gerçeği de önemli bir benzelik olarak duruyor...


Çeşitli benzerliklerden sonra futbola geçelim;genel olarak Avrupa ile Türk futbol yapısını karşılaştırırken ilk akla gelen örnek,coğrafyaların profesyonel futbola geçiş süreleri arasındaki neredeyse 100 yıllık farktır.Ancak Lyon bu açıdan türdeşlerinden farklı.Aslında onlar da,Avrupa'nın önemli şehirlerinin çoğu futbol takımı gibi 1900'lü yılların başında kurulmuş(1909).Fakat,kulüp ilk yıllarında daha çok,çeşitli dallarda faaliyet gösteren bir amatör kulüp görünümündeymiş.Nihayet,1950'ye gelindiğinde,kulübün rugby kısmıyla futbol kısmı arasında yaşanan ayrılıktan sonra,bildiğimiz Olimpique Lyonnais kurulmuş.Bu tarih,Lyon'un Alman işgalinden kurtuluşunun(1945) hemen arkasından gelmesi açısından ayrıca ilginçtir.Neyse,1950'de profesyonel anlamda Fransız liglerinde yer almaya başlayan Lyon ilk önemli başarısını 14 yıl sonra 1964'te Fransa Kupası'nı alarak gerçekleştirdi.Yine de,bugün bildiğimiz,Avrupa'nın önemli kulüplerinden biri olan Lyon'un yükseliş serüveninin,1989'da bugün Fransız Milli Takımı'nın başında olan Raynold Domenech ile birlikte başladığını söyleyebiliriz.Ardından,1997'de İntertoto Kupası sayesinde Avrupa Kupaları'nda boy gösterebildi,2001/2002 sezonunda ise beklenen ilk gerçekleşti ve Lyon Ligue 1'i birincilikle bitirdi.Ve bu öyle bir başarıydı ki o sezonla birlikte 7 sene üst üste şampiyon oldu Lyon.Profesyonel anlamda 1950'de kurulmuş bir kulüp,kırk yıllık bir süreçte olgunlaşma evresini geçirmiş ve atağa geçmiş ardından da 2002'de
ilk lig şampiyonluğunu yaşamış...Bu satırlar Lyon için yazılmış olsa da ister istemez akıla Bursaspor'u getiriyor...

Bursaspor da Anadolu'daki çoğu kulüp gibi 1960'lı yıllarda kurulmuş(1963)(gerçi profesyonel anlamda ligimizin 1958'de kurulduğunu düşündüğümüzde bu tarih pek de geç sayılmayacaktır).Bugün ise Bursaspor ligde bir maçı eksik durumda,liderin 4 puan gerisinde ikinci konumunda.Yani,Galatasaray şampiyonluğa ne kadar yakınsa Bursaspor da o kadar yakın.Şehrin futbola olan olağanüstü ilgisi,Türkiye'nin 4. büyük şehri olması sebebiyle sahip olduğu yüksek potansiyel gibi sebepler de aynı Lyon örneğinde olduğu gibi,40-50 yıllık bir olgunlaşma sürecinin Bursaspor için nihayet sona erebileceğini,yani şampiyon olabileceklerini gösteriyor.Tabii,tüm bu pembe tabloyu çizerken,İstanbul kulüpleri ile Anadolu kulüpleri arasındaki farkın(her anlamda) Fransa'daki herhangi iki takım arasındaki farkla kıyaslanamayacak kadar büyük olduğu gerçeğini unutmamak gerekir.Yine de,Fransa'da Lyon şampiyon olabildiyse,Türkiye'de de Bursa şampiyon olabilir.Ve eğer olacaksa,o sene bu senedir.

Büyümenin Türkçe Tarihi --- Murathan Mungan


"Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür.Çoğu kez edebiyat,hayattan daha çabuk büyütür.Yaşama ilişkin birçok şeyi,kendi deneyimlemenize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz...Edebiyat bizi yalnızca dış dünyaya ve hayata ilişkin bilgilerle değil,aynı zamanda kendi içimizle,kendi duygularımızla da tanıştırır.Edebiyat aynı zamanda bir büyüme sanatıdır;bizi,biz yapar.İleriki yıllarda da her yaşın büyümelerini,algılamalarını,kavramalarını,edebiyat üzerinden izlemeyi,kavramayı sürdürürüz."

Murathan Mungan seçkisini böyle anlatmış,kitabın arka kapağında.Gerçekten,küçüklüğünüzde hasbelkader tanıklık ettiğiniz herhangi bir olay bir anda sizi birkaç yaş birden büyütebilir ya da ömrünüzün sonuna kadar zihninizi terketmeyebilir.Bu tanıklığın edebiyat aracılığıyla gerçekleştiğini düşündüğümüzde ise karşımıza henüz küçüklüğümüzde okuduğumuz öyküler,hikayeler çıkar.Söz gelimi,benim çocukluğumda,bana göre "uzak İstanbul"a dair ilk izlenimim,-kitapta da yer alan- Orhan Kemal'in "Çikolata"sı ile oluşmuştu.Üstünden yüz yıl geçse hala unutamam Sarıyer'deki,Emirgan'daki keten helvalarını...Tabii,yine "Çikolata"'nın sonunda,ilk kez bu denli yoğun yaşanışına tanıklık ettiğim yoksulluğa,steril bir apartman penceresinden bakmak da çok uzun yıllar etkisi altına almıştır beni.

İşte bu seçki,çocukluğunuzda okuduğunuz ve belki de farkına varmadan büyümenizde,gelişmenizde çok önemli yer tutan öykülerin bir araya getirildiği bir çalışma.Tabii ki Murathan Mungan'ın bakışı ile.Yalnız,Mungan'ın öyküleri bir araya getirirken şahsi zevklerinden çok,yazın hayatımıza damga vurmuş öykü ve öykücüleri de çalışmaya katması kitabı bir nevi "best of" haline getiriyor.Her öykünün öncesinde,daha önce soz konusu öyküden çokça etkilenmiş günümüz yazarlarının rehberliği de okuyacağımız öykülerin tesir gücünü kavrayabilmemize yardımcı oluyor.

Refik Halit Karay,Sait Faik(2 öyküsüyle yar alıyor),Orhan Kemal,Ömer Seyfettin,İlhan Tarus,Sabahattin Ali(2 öyküsüyle yer alıyor),Vüs'at O.Bener,Osman Şahin,Cihat Burak ve Oğuz Atay'ın öykülerine Füsun Akatlı,Cemil Kavukçu,Ayfer Tunç,Fatih Özgüven,Sema Kaygusuz,Necati Güngör,Sırma Köksal,Hasan Ali Toptaş,Selim İleri,Faruk Duman,Jaklin Çelik ve Nurdan Gürbilek gibi önemli kalemler rehberlik ediyor ve yeniden öykü okumayı başlı başına bir serüven haline getiriyorlar.Herbiri bir birinden değerli öyküler ve öykü öncesi yazıları arasında ise tavsiyelerim Hasan Ali Toptaş'ın Pamukkale'nin tepesinden Denizli'nin ovalarına doğru bakarken hatırladığı Osman Şahin'in "Beyaz Öküz"ü,Cemil Kavukçu'nun çocukluğunda İstanbul'u düşlemesine yardım eden Sait Faik'in "Bir Bahçe"si ve Sırma Köksal'ın "Boğaza Takılan Düğüm" olarak nitelediği Vüs'at O.Bener'in "Havva"sı...

15 May 2010

FA Cup 2010 : Chelsea



19. yy'ın sonlarından beri düzenlenen bir kupa FA Cup.Yani Türkiye'nin profesyonel lig sistemine geçmesinden tam 1 asır öncesi.Bence iki ülke arasındaki farklılıkları gösterirken,ülkemiz futbolunun gelişmişlik düzeyini ya da oyuncularımızın profesyonelliğini eleştirirken söz konusu 1 asırlık gecikmeyi göz ardı etmememiz gerekir.Aslında,Michael Brown yeşil sahalara ilk ayak bastığı günden beri "provakatif" bir futbol oynuyor.Ya da Boateng'in yaradılış itibariyle "keskin sirke" misali bir yetenek olduğundan bahsedebiliriz.Yani ülkemizde ne varsa orada da aşağı yukarı aynıları var.Peki o zaman arada ne fark var?FA Cup özelinde,çok ciddi bir örgütlenme ve planlama eksikliği olduğunu düşünüyorum Türkiye'de.Yoksa oyuncuları,olayları kıyaslayarak hiç bir sonuca varamayız.Yukarıdaki isimler gibi,profesyonel futbolcular,eğer çok ciddi hassasiyetler taşımıyorlarsa,ne pahasına olursa olsun kazanmak isterler.Ama onların taşkınlıklarını törpüleyebilecek bir planlama,bu kazanma hırsını sadece sahanın içinde tutabilir ve oyunun kendisinin gelişmesine yönelik bir araç olarak kullanılabilinir.Kısacası,ülkemiz futbolunun temel probleminin "yönetenler" sınıfının bizzat kendisi olduğunu düşünüyorum.


Gelelim finale,bu sezon Murat Kosova hiç FA Cup maçı anlattı mı bilmiyorum.Fakat,maçın seyir zevkini en azından bir kademe daha yükselttiği açık.Sahadaki futbol da onun heyecanlanmasına yetecek düzeyde olduğundan,bugün,Wembley hakkındaki soru işaretleri dışında,bir finalin büyüklüğünü yaşatan her şey vardı diyebiliriz.Tabii,önemli mücadelelerin,finallerin sahip olması gerektiğine inanılan zıtlıklara dayalı bir rekabet ortamı da mevcuttu final öncesi.Kayyuma devredilmiş,puanları silinmiş,haftalar öncesinden bir alt lige düşmesi kesinleşmiş,oyuncularına paralarını ödeyemeyen fakat buna rağmen onurlu,arzulu bir futbol oynayarak FA Cup'ta finale kadar yükselmeyi başarmış bir Portsmouth ve bunun tam zıddı konumundaki,rahat mali yapısı,dünyaca ünlü futbolcularıyla dikkat çeken Premier Lig şampiyonu Chelsea...Yani kısaca "yoksul" Pompey'e karşı "zengin" Blues'lerin mücadelesi.Dolayısıyla,Chelsea daha bir hafta önce ligin son maçında,Wigan'a 8 gol atmış olsa da bu maçın Mavililer'in ilk yarıda atacakları seri gollerle erkenden bitirecekleri bir mücadele olmayacağı belliydi.

Sadece bu maça özel değil,tüm sezon boyunca Portsmouth'un iyi savunma yaptığı düşüncesini paylaştım.Bugün de,Chelsea'nin aradığı golü erken bulamamasının tek sebebi direkten dönen 5 top değildi şüphesiz.Yeri gelmişken,savunmasıyla müthiş bir uyum içinde hareket eden James'in de hala eksik olduğunu fakat büyük maçların kalecisi olduğunu söyleyebiliriz.Onun dışında Boateng,O'Hara ve Brown'un Premier Lig'in tüm orta sıra takımlarında rahatlıkla yer bulabileceklerini düşünüyorum.Yani,Chelsea'nin maçı erken koparamaması doğaldı.Fakat,ne kadar geç olursa olsun koparacağı gerçeği de kaçınılmazdı.


Drogba'ya ayrı bir paragraf açmak gerekir.Golcülerin belki de en büyük sorunu,golle buluşamadıkları her dakika sonunda giderek oyundan daha da kopmalarıdır.Drogba'yı olağanüstü vuruş tekniği ve fizik gücü dışında,günümüz forvetlerinden ayıran en önemli farkın bu özelliği olduğunu düşünüyorum.Geçen sezon,Şampiyonlar Ligi'nde kontrolünü kaybedip Ovrebo'ya saldırmıştı fakat maç içinde Ovrebo'ya saldırmadan önce yapması gereken her şeyi yapmıştı.Dolayısıyla attığı gole şaşırmadım,fakat ayağının içiyle topu yukarıdan aşağıya doğru gönderebilmesi takdire şayandı.

Chelsea sene başından beri titizlikle uyguladığı düzeninden bir an olsun kopmadı.Sadece Ballack-Belletti değişiminden sonra birz sendeledi.Yani her zamanki Chelsea idi.Dolayısıyla yenilmesi zor bir Chelsea...Her zaman favori olan bir Chelsea idi.

Portsmouth düşmesi kesinleştikten sonra,sürekli iyi oynadı.Ne var ki,bu motivasyonu düşmeden önce sağlamaları gerekiyordu.Pompey'in sadece bir lat lige düşmeyeceğini,deyim yerindeyse dağılacağını biliyoruz.Şüphesiz,bu kadronun içinden önümüzdeki yıllar isimlerini sıkça duyacağımız oyuncular çıkacaktır (Boateng,Belhadj,Dindane gibi).


Sonuç olarak,asırlık kupa Chelsea'nin oldu,fakat 2010 sayfasında Leeds United,Beckford,Chopra(Chelsea'nin bu sezon FA Cup'da yediği tek golün sahibi),Reading ve tabii ki, Portsmouth gibi bir çok kahraman bıraktı.İlerde,2010 FA Cup hatırlandığında Chelsea'dan daha çok Portsmouth hatırlanacaktır.Ne yazık ki,nostaljik bir tebessümle...

14 May 2010

Ada'da Seçim Sonrası ve Neo Liberalizm


Ada'daki seçimlere şurada kısaca değinmiş ve sağ-sol siyaseti ya da neo liberalizm tartışmalarına pek girmeden,seçimlerin sonucunda İngiltere'nin siyasetinde esas olarak hiç bir şeyin değişmeyeceğini söylemiştik.

Tahmin edilebilir Muhafazakar-Liberal Demokrat koalisyonu Britanya'nın son 65 yılının ilk koalisyonu olması sebebiyle bir hayli ilgi çekici.Ancak 13 yıllık İşçi Partisi iktidarının sona ermesi,Muhafazakarların Thatcher'dan beri ilk kez bu denli güçlü gelmeleri,siyaseten tüm kutuplaşmalardan arınmış bir demokrasi ve krizle sallanan bir Avrupa coğrafyası gerçeklerini topladığımızda,önümüze son 65 yılın ilk koalisyonundan çok daha ilginç bir tablo çıkmaktadır.Bu verilerin oluşturduğu resim şüphesiz ki neo liberalizme çıkmaktadır.Zira,bu satten sonra herhangi bir yerleşim birimi alanı hakkında yapacağımız yorumların tümü neo liberalizmden nasibini almak zorundadır.

Ayşe Çavdar'ın Express'in 1-15 Mayıs tarihli sayısında yer alan "AKP'nin Değişen Gömleği : Yeni Dostlar,Yeni Düşmanlar" adlı makalesinden hareketle,Britanya siyasetine bakmaya çalışalım.Chantal Mouffe'nin,dost-düşman siyasetinin demokrasinin ve ilerlemenin ana lokomotifi olduğu düşüncesi ile hakim inanışın,tek,merkez görüşlü siyasetin insanlık adına daha barışçıl ve yaşanabilir olduğu iddialarını gündeme getiren kimi liberallerin çatışmasına yer veren Çavdar, neo liberalizme değinmiyor,ancak bizim onun yazısından "yeni siyasetin" işleyişine dair öğrendiklerimiz,bu "yeni siyaset" biçiminin aslında neo liberalizmle birlikte ilerlediği fikrine kapılmamıza sebep oluyor.Öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmış,Soğuk Savaş ertesinde ise ivme kazanıp neredeyse hakim ekonomik sistem olarak ülkelerin programlarına yerleşen neo liberal düstur muhakkak ki sağ-sol ayrımının ortadan kalkmasından besleniyor.Zaten,Soğuk Savaş sonrası yaşadığı hızlı yükselişi de "sol"un siyasi arenadan "resmen" çekilmiş olmasına bağlıyoruz.Evet,belki artık dost-düşman anlayışı doğrultusunda bir siyaset kalmamış olabilir fakat salt bu çatışmanın dinmiş olması ve devletin kimi hususlarda kendine atfettiği,kimi hususlarda ise giyinmekten ısrarla kaçındığı kimliklerin ortaya çıkması ne demokrasi,ne de insanlığımız açısından hayırlı sonuçlar doğurmuştur denilebilir.Yani Mouffle'nin de belirttiği gibi,bugün sağ ve sol partilerin programları arasında bir farklılık kalmamış olması ne yazık ki sevindirici bir gelişme değildir,bilakis mevcut neo liberal anlayışı daha da keskinleştiren nafile bir reflekstir.Refleks diyorum,çünkü sol partiler aslında mevcut hegomonyadan pek de uzaklaşmamak adına,Mouflle'nin deyişiyle daha "insancıl" bir neo liberalizme tav olmuşlardır.Bir nevi ciddi bir alternatif sunamadıkları mevcut sisteme ortak olmak amacıyla ani fakat işlevsiz bir refleks göstermişler ve sadece mevcut düzeni payandalamak fırsatına erişmişlerdir.Zaten,böylesi bir düzende soldan azıcık da olsa nasiplenmiş bir partinin payandadan başka bir role sahip olabilmesi mümkün değildir ya neyse.

Gelelim Britanya'daki son seçimlere.Britanya deyince Thatcher'dan bahsetmemek olmuyor tabii.Neo liberalizmin şu meşhur "küçük devlet" anlayışının,vatandaşlara yüklediği kimi sorumluluklar var biliyorsunuz.Devletin kendi alanına çok ufak bir çember çizdiğini düşünün.Bu çemberin içinde,sözüm ona demokrasinin mevcut tüm aygıtlarının yer aldığı(STK'lar,Sendikalar ve benzeri Sosyal Güvenlik Kurumları) bir yapı kurulmuş ve sağlıktan,eğitime,eğitimden,güvenliğe diğer tüm alanlar bu çemberin dışında bırakılmış.Yani neo liberalizmin çok bilindik "yalnızlaştırma" hikayesi.Devlet artık sadece ve sadece piyasanın asayişine adanmış bir kurumdur ve vatandaşa ait sorunların tümü yine vatandaşın sorunudur.Tabii ben bu yalnızlaşmanın yanına neo liberalizmin getirdiği en önemli kavram olarak "korku"yu da yerleştiriyorum.Çünkü piyasa kimi zaman bu korku sayesinde kendini yenileme fırsatı bulmakta,iktidar ise yine bu korku sayesinde sistemin savunuculuğunda güven tazelemektedir.Dönelim Thatcher meselesine,başka zaman buraya spesifik olayları da not ederiz fakat,şimdilik,bu neo liberalizm denen yapılanmanın Ada'da hakim görüş olması bu kadının destansı,filmlere,romanlara,belgesellere konu olan iktidarı sırasında gerçekleşmiştir demekle yetinelim.Dolayısıyla,yeni bir "aristokrat" muhafazakarın başkanlığı,kriz batağındaki dünyanın geleceği için hiç de iyi görünmemektedir.Peki seçimden Muhafazakarlar değil de İşçi Partisi galip çıksaydı ne olacaktı?O zaman herhangi bir değişiklik bekleyebilir miydik?Şüphesiz hayır.İşçi Partisi iktidarı devam etmiş olsaydı,göstermelik "sosyal devlet" faaliyetleri dışında Ada'nın siyasetinde her şey yine aynı kalacaktı.Zaten bu sürece 13 yıldır tanıklık edenlerde onlardan başkası değil.Yalnız,değişen iktidarla söz konusu yapılanmanın biraz daha fütursuzca ve ceberrutça devam edeceğini bilmeliyiz.Yani,kamu açıkları,borçlanmalar artık gizli kapaklı değil de ayan beyan halkın cebinden finanse edilecektir ya da göçmenler artık neredeyse devlet eliyle linç veya sınır dışı edileceklerdir.

Artık hemen hemen tüm dünyada seçimlerin tek bir galibi vardır.Mouffe'nin de belirttiği gibi biraz daha insancıl,biraz daha "sol" görünümlü parti veya parti programları da neo liberalizmin hızını azaltmak gibi amaçlar taşımak bir yana mevcut sürece ortak olmak emeli taşımaktadırlar.Dolayısıyla,İşçi Partisi iktidarının,Muhafazakar-Liberal Demokrat koalisyonu ile değşimini,en iyi,neo liberal örgütlenmenin ülkenin ve hatta dünyanın her bir yanına daha kolay ulaşabilmesi için kullandığı aracı değiştirilip yerine daha hızlısını alması olarak özetleyebiliriz.

Siyah-Beyaz Bir Final Yazısı




Önceki gün Hodgson hakkında oldukça duygusal satılar yazmıştım.Bu sefer karakterlere biraz daha uzak durmaya çalışalım ve final gecesinin üzerinde yoğunlaşalım ve bu tarihi geceyi biraz daha derinlemesine incelemeye başlayalım.

Siyah-Beyaz Bir Masal


Fulham'ın bu yola girerken ne gibi zorluklar çektiğine,nerelerden geldiğine tekrardan uzun uzun değinmenin bir anlamı yok.Bir çok blogda da sıkça yazıldı.Kısaca,iki sene önce "Kuzeyin Prensi" Craven Cottage'de iş başı yaptığında,Fulham'ın kümede kalmaya oynayan bir kulüp olduğunu,bırakın Avrupa Ligi finalini,ligde kalmasının bile mucize olarak değerlendirildiğini belirtmek yaterli olacaktır.Çok iyi hatırlıyorum,2008 Ağustos'unda İngiliz Four-Four-Two'su sezon öncesi rehberinde Fulham'ı düşme hattının hemen üzerinde gösteriyordu ve onlara ayrılan sayfada hiçte umut verici yazılar yer almıyordu.Futbolu diğer tüm salon sporlarından ayıran da bu belki.Önceden tahmin edilebilmesi,hakkında hükümde bulunulması zor bir uğraş futbol.Nitekim,Fulham o sezonu 7. bitirip Avrupa Ligi bileti alıyordu.Yani bir bakıma,Siyah-Beyaz mucize adım adım geliyordu ve çok bilinen bir futbol masalı tekrar vücut buluyordu:kısıtlı imkanlar ve dar kadroyla kurulmuş bir yükseliş öyküsü...Ancak bu masalın kurgusu çok daha sağlam ve inandırıcıydı.Hodgson planlı,tedbirli ve en önemlisi haddini bilen bir teknik adamdı.Öğrencilerine öğrettikleri de bu yöndeydi.Fulham kısa sürede hemen her takımla baş edebilecek güce ve sisteme kavuşmuştu.



Finalin Gölgesinde Kısaca Hodgson'un Fulham'ı

Gelelim final gecesine.Öncelikle,Hamburg'da sahaya çıkan 11'in Hodgson'un 11'i olduğunu belirtelim.West Ham'da istenilmeyen adam durumuna düşen Zamora'yı kendisi almıştı.Baird'i rotasyonun en çok kullanılan isimlerinden biri haline getiren de o'ydu ya da gelişimini League One'de tamamlayan Etuhu'dan kadife ayaklı bir kesici yaratan...2008 Eylül'ünden beri belli bir disiplini aşılıyor takıma Hodgson.İki kademeli savunma gibi mesela.Böylesi düzenli bir savunmayı şu an çok az takım yapabiliyor.Hemen burada,Mourinho'nun Inter'i ile Hodgson'un Fulham'ı arasındaki farkı da belirtelim:Mourinho savunması daha çok kendi alanında boş alan bırakmamak üzerine kurulu bir anlayış iken,Hodgson savunması,daha fazla birlikte hareket eden,kompakt bir yapı içinde kendini ifade ediyor.Açık ve bek oyuncuları kanat bindirmelerinde bir araya gelip rakibin eylem alanını kısıtlıyor ve orta ikilinin yardımları sonucu rakibin pas yolları da kapatılıyor.Dün akşam da bu sistem Baird'in aksamaları dışında yeterince iyi işledi aslında.Ne yazık ki, Inzaghi'den hallice bir Forlan futbol sahalarının en büyük korkulu rüyalarından biridir ve bazen ne kadar iyi savunma yaprsan yap rakibinin bir adımını senden daha önce atmasının bedelini ödemek zorunda kalırsın.



Finalin Getirdiği


Aslında klasik İngiliz futboluna çok yakın bir yerde duruyor Fulham.Dolayısıyla,Atletico'dan daha diri kalacaklarını düşünüyordum maç öncesi.Madrid'in ilk golünden sonra 5 dakikalık bir vites artışının skor eşitlemek için kafi olacağını düşünmüştüm.Nitekim,golden kısa bir süre sonra klasik bir Fulham golü vuku bulmuştu.Muhakkak kenar adamları önemlidir,güçlü bir santrafor önemlidir ama en önemlisi,topa hükmedebilen futbolculardır.Fulham'da Gera,Dempsey ve Davies bu tip isimler.Galli futbolcunun bir Giggs yanılsaması yaşatmadığını söyleyebilmek güç.Attığı golde de vuruş tekniğinin,vücudunun aldığı pozisyonun dışında dikkatimi en çok çeken nokta özgüveniydi.Ne var ki,aynı özgüveni ne Dempsey'de ne de Gera'da görebildim maç boyunca.Fakat,en önemlisi ikinci UEFA finalini oynayan Murphy'nin 90 dakika sonunda yorgun gözükmesi ve tercihlerinde güvensiz davranmasıydı ki kupayı Atletico'ya getiren en büyük etken de bu yorgunluk ve geçen dakikalarla birlikte futbolcuların akıllarına takılan,aslında buraya ait olmadıklarına yönelik düşünceleriydi bana kalırsa.

Sonuç Yerine


Fulham bir daha bu noktalara gelebilir mi?Şimdilik zor görünüyor.Muhakkak ki,bu final,Fulham'ın yükseliş trendinin en üst noktasıydı ve bundan sonra anlaşılabilir düşüşler görülecektir.Aslında önümüzdeki senelerde,Fulham'ın öncelikli amacı orta sıra ekipleri arasındaki yerini sağlamlaştırmak ve inişli çıkışlı lig performansını stabil hale getirmeye özen göstermek olmalıdır.Zira asıl böylesi bir çaba,Fulham'ı hakettiği yere taşıyacaktır.Yoksa bu final sonrası Middlesbrough gibi irtifa kaybı yaşayan bir Fulham değildir şüphesiz Hodgson'un aklındaki.