17 Şub 2012

Sait Faik'in Gamatosu


Şu sıra yeniden Sait Faik Beyefendi'yi keşfe çıktım. Hoş, Sait Faik hayattayken kendisine "beyefendi" diye hitap edilmesinden hoşlanmıyordur diye düşünüyorum. Onu tarif edebilecek, sokaktan çıkma onlarca sıfat bulabiliriz ama "kibar" yakıştırmalar ona gelmez, bilakis incitir diye düşünüyorum. Bir de şunu düşünüyorum; Sait Faik elbet elimizden geçmiştir ya bu yetmemeli, belli aralıklarla dönüp yeniden okumalı.

Mevzu Sait Faik olunca ben abartıya meyil ediyorum; bana kalırsa Türk öykücülüğünün en müstesna ismidir Sait Faik. Neden derseniz, geçerli bir cevap veremeyebilirim. Ama öyledir işte. Neyse daha fazla uzatmadan, evde rastladığım, içinde röportajlarının, konuşmalarının, mektuplarının bulunduğu 'Açık Hava Oteli' isimli kitapta yer alan, ardından youtube'dan da görüntülüsünü bulduğum Orhan Kemal ile olan bir anısına getireyim lafı.

" Sisli bir kış günü, Gülhane parkının ıssız yollarında bana anlattıklarnı hatırlıyorum da...

- İstanbul, İstanbul, İstanbul... Sanıyor musun ki bu yeknesaklıktan ben de bıkmadım? Ama ne yapayım? Anadolu ve Anadolu insanına dair çok az şey biliyorum. Bilmediğim şeye burnumu sokamam ki...

Anadolu'yu eserlerinde olanca çıplaklığıyla verebilen sanatçı arkadaşları hakkında söylediği sitayişli sözleri burada tekrarlamak istemiyorum.

Bir gün de şöyle bir konuşma geçmişti aramızda:

- Ulan, demiştim, şu avareliği bırak, derlen toparlan azıcık!

Yüzüme hayretle bakmıştı: - Ne olacak?

- Ne olacağı var mı? Bir baltaya da sen sap ol!

- Mesela?

- Mesela. Ne bileyim? Bir yerlere sefiri kebir filan olabilirsin.

- Hadi ulan, dalga mı geçiyorsun?

- Niçin?

- Öyle şeylere yüksek diploma ister.

- Sende yok mu?

- Ne gezer?

- Peki şu Fransa'da tahsil, Grenoble filan?

Basmıştı kahkahasını.

- Oralara okumak için gitmedim ki ben?

- Ya?

- Gezmek, eğlenmek, bir de...

Anlatmıştı, uzun uzun anlatmıştı da kahkahalarla gülmüştük.

Hey gidi Sait hey!

Ne isterdim bilir misiniz? Kabil olsa da tekrar dirilse ve hakkında yazılanları gözden geçirse. Öyle sanıyorum ki, bu yazılardan bir kısmı için basardı gamatoyu."

(Sait Faik, Açık Hava Oteli, Sait Üzerine, aktaran: Orhan Kemal)



13 Şub 2012

Erkek ve Kel Yazarlar



"Gençliğimde 'memleketimin yazarıdır' diye kitaplarını edindiğim, biriktirdiğim, hatta okuduğum orta yaşın üzerinde pek çok yazar, son yıllarda enerjilerinin bir kısmını, benim yazdığım kitapların ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya harcadılar. Beni bu kadar önemsemelerine ilk başlarda sevinirdim. Şimdiyse kütüphanemi boşaltmak için depremden çok daha sevimli bir gerekçe bulduğum için memnunum. Böylece kütüphanemin Türk edebiyatı raflarında, elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarların kitapları hızla eksiliyor."

(Kitaplık, Mart-Nisan 2002, Sayı 40, "Bazı Kitaplardan Nasıl Kurtuldum?")


Pamuk'un kastettiği isimleri tahmin etmek pek zor değil. Benim şaşırdığım, Pamuk gibi naif, kırılgan ve saf bir yazarın onu eleştirenlere karşı takındığı tavrın gaddarlığı. Onun dışında, "kütüphane boşaltmak" hemen tüm okuyucuların ciddi bir sorunu. Pamuk, "doğustan hayatı kaymış"ları eleyerek "kütüphanesini" rahatlatmış görünüyor.

2 Şub 2012

Gölgesizler ve HAT


Bir eser, kitaptan filme aktarıldığında sıklıkla görülen filmin, kitabın önüne geçtiğidir. Bu, filmin doğası gereği mazur görülebilir. Zira film sadece ona bakmanızı bekler, takip etmesi kolaydır. Bir de izlediğinize hakim olamaz, en fazla esir olabilirsiniz. Soru soramaz, altını çizemezsiniz. Oysa bir metin okurken ona hakim olabilir, karşılıklı bir ilişki içine girebilirsiniz. Sözgelimi, metnin hoşumuza giden ya da aklımızı çelen bir kısmının altını çizeriz ya...İşte o eylem içinde şu an burada anlatamaya dilimin dönmeyeceği kadar "derin" bir eylemdir. "Özgürce", "verimli" ve hatta "interaktif" bir eylemdir. Asla televizyonun karşısında o özgürlüğü sağlayamayız. Oradaki interaktiflik tamamen bir yanılsamadan ibarettir ya neyse...

Bunca lafı "Gölgesizler" için ettim. Ümit Ünal cesaret isteyen bir işe kalkışıp, okuyucu olarak dahi hayal etmesi zor olaylar içeren bir romanı beyaz perdeye aktardı. Ama yukarıdaki tabloyla karşılaşamadık haliyle. Aksine filmin başarısızlığı, kitabı gün geçtikçe duyulur kıldı. Hatta notos'un alternatif 100 temel eser listesine girmeyi başardı (şuradan). Filmin üstünden 3 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hala çıt yok. Ümit Ünal bir film çekti ve çektiği film esin aldığı kitabın gölgesinde kalmaktan başka bir işe yaramadı. Hoş, Ümit Ünal'ın filmlerini de "çektiği filmler" ve "yazdığı filmler" olarak rahatlıkla ikiye ayırabiliriz ya, burada kalkışmayalım bu işe.

Filmin en güzel yanı, kitabın yazarına -muhakkak ki onun da rızasıyla- yer vermiş olmasıydı. 48 saniye sürse de HAT'ın oyunculuğu, en azından benim için, arşivlik niteliktedir.

1 Şub 2012

Jay Jay Spearing


Lucas'ın sakatlığı olmasa bu sene de izleyemeyebilirdik Spearing'i. Sanırım ilk kez Fulham maçında ilk 11'de başladı bu sezon. Ondan önce, çok kısa süreler almıştı. Ki Lucas da Fulham maçından bir hafta önce, Chelsea'ye karşı oynanan Carling Cup mücadelesinde sakatlanmıştı. Ocak ayı içinde o bölgeye transfer bekleniyordu. Hatta bir süre için Cheick Tiote'nin adı geçince ben de bu transferi dört gözle bekler hale gelmiştim. Nasılsa, Tiote söylentileri kısa sürede kesildi. Kenny, Spearing'de ısrar etti. Hemen kimse Lucas'ın sakatlığından önce çok süre alamadığı için yeterince tanımıyordu Spearing'i. Üstelik ilk maçına da kırmızı kartla başlamıştı. Neyse ki, ardından gelen şansı tepmedi ve Lucas'ın yokluğunda şimdilik "idare edebileceğini" gösterdi. Eminim, ilerde çok daha fazlasını yapabilecek potansiyele sahip.

Fiziği yetersiz ama mücadele gücü yüksek. "Tekmeye kafa sokan" cinsten bir ön libero. Üstelik "tekmeye kafa sokan futbolcular" klasmanının top tekniği zayıf üyeleri arasından bu özelliğiyle rahatça sıyrılabilir. Pas isabet oranı çok yüksek, ayağı yumuşak. Tek toplarının hastasıyım.

Lucas'ın yokluğunda çıkardığı en iyi maçlardan biri olan Newcastle maçında yaptıklarının kısa bir özeti aşağıda.


Mira


Ölümünden kısa süre önce, kendi ayakları üzerinde durmaya karar verdiğinden belki de, hayatını Berlin'de geçirmeye karar vermiş Kafka. Çok sevdiği kız kardeşlerini yalnız bıraktığına üzülse de, yıllarca baba baskısı altında yaşayan Kafka için Berlin, özgürce bir yaşamın kapılarını aralayan bir kent görünümündeymiş. Bir gün Berlin'de, sevgilisi Dora ile birlikte yaşarken, gezintiye çıktığı Steglitz Parkı'nda küçük bir kız çocuğuna rastlamış. Rivayet o ki, Kafka'nın bu küçük kızla olan tanışıklığı onun hayata biraz daha asılmasını sağlamış; hemen her gün kıza kaybettiği bebeğinin akıbetini anlatan mektuplar yazmış ve okumuş.

Sözü uzatmayalım, mektuplar ortada yok. Berlin'de son günlerini geçirdiği ev didik didik aranmış aranmasına ama herhangi bir mektup bulunamamış. Kafka'nın, yazdığı hikayelerin kudretinden şüpheye düştüğünde onları, bir işe yarasınlar diye, ısınmak amacıyla yaktığı biliniyor. Kim bilir belki de Kafka, Dora'nın tüm itirazlarına rağmen küçük kıza yazdığı mektupları da yakmıştır. Mektupların, Max Brod'un Kafka'nın müsveddelerinden oluşan bavulunda da bulunamadığını düşündüğümüzde, yakılmış olduğu ihtimali daha da anlam kazanıyor.

"Kafka'nın Bebeği", Kafka'nın hayatı üzerine araştırmalar yapan Gerd Schneider'in mektuplarda neler yazdığını merak etmesiyle başlıyor.

Kitabın eleştirisine girmeyeceğim, şurada girilmişi var.