29 Mar 2010

Teneke


İlk baskısı 1955'te gerçekleşen Teneke,Yaşar Kemal'in İnce Memed'den sonra yayımlanan ikinci romanıdır.Daha sonra yine Yaşar Kemal tarafından oyunlaştırılan eser,Türkiye'de Müşfik Kenter başta olmak üzere,Avrupa'nın çeşitli yerlerinde oynanmış hatta 2007 yılında operaya uyarlanan hali Milano'da sahnelenmiştir.

Teneke'nin salt yazın hayatımızda değil,bir roman iken bir tiyatro oyununa ardından da bir operaya dönüşebilecek kadar manalı ve uyumlu olması sebebiyle diğer tüm sanat alanlarında yaşayabilecek kapasitede var olduğunu vurguladıktan sonra biraz Teneke'nin içini açalım...

Öncelikle Teneke'nin öykü tadında,yani biraz uzunca bir öyku uzunluğunda ve iyi bir öykü akıcılığında olduğunu belirtelim.Romanda "mekan" diğer Yaşar Kemal romanlarından da tahmin edebileceğimiz üzere yine Çukurova.Ancak "zaman",İnce Memed'in dağlarda eşkiyalık yaptığı ya da Demircilerin piri Haydar Usta'nın son umut olarak Ankara'ya,İsmet Paşa'ya gittiği yıllardan,biraz daha günümüz Türkiyesi'ne yakın bir yerde duruyor.Nitekim,bunu aftan yararlanıp eşkiyalığı bırakan,dağdan inen Kürt Memed Ali'den de anlayabiliriz.

Kısaca Çukurova'daki köylülerin kapitalizmle mücadelesini,daha doğrusu,kapitalizmle tanışmasını konu alan romanda,gözünü para hırsı bürümüş ağaların para için ne yönetmelikleri ne de sulama tekniklerini dikkate almayarak çeltik ekimi yapmaları anlatılıyor.Kısa bir süre sonra bu hırs öyle bir hal alıyor ki ağaların çeltik sevdası sebebiyle Çukurova'da bir çok köy önce sıtmadan kırılıyor ve ardından çeltiğin ihtiyaç duyduğu suyun tekniklerden habersizce kullanımı yüzünden,boşaltılıyor,yok oluyor.Tabii bu arada hikayenin gizli kahramanı olarak ortaya çıkan ve köylü için adeta bir nur görünümündeki genç,idealist kaymakamın da ağaların ya da kapitalizmin emelleri doğrultusunda ardından teneke çalınarak bir başka kasabaya sürülmesine tanık oluyoruz.

İdealizm ile baskın gücün ya da Zeki Demirkubuz'a gönderme yaparsak;ahlak ile ahlaktan yoksun aklın mücadelesini gördüğümüz romanda Yaşar Kemal tüm dünyanın geçirdiği değişimlerin Çukurova'ya yansımasına alıştığımız üzere protest bir bakış atıyor ve ekliyor:"Çukurova bir pirinç değil,pamuk bölgesidir"!

26 Mar 2010

Take Your Protein Pills and Put Your Helmet On


O'Neill hala takımının ilk dört için iddialı olduğunu söylesin,Benitez yaşattığı onca hüsrana rağmen etrafına umut saçmaya devam etsin ve nihayet Mancini dördüncülüğü kaybetmenin hüznü içerisinde,zihinsel melekelerini yitirmişçesine rakip takımın hocasına saldırmaya çalışsın.Harry Redknapp'ın inadı hiç birinde yok ve öyle görünüyorki 63 yaşındaki teknik adamın dördüncülüğü bırakmaya da niyeti yok.


Pavlyuchenko ve Gudjohnsen'in olağanüstü katkılarıyla son dört haftayı kayıpsız geçen Tottenham açıkcası bu sezon dördüncü sırayı en çok hak eden takım görünümünde.Ancak her yoğun emek gerektiren,sabır isteyen hedef için bir yandan da bedel ödemek zorunda kalıyoruz ne yazık ki.Redknapp da başarının bedelini ödeyenlerden.Bir senedir düzenli olarak kalp ilacı aldığını itiraf etmiş ve önemli bir rahatsızlığı olmadığı halde yoğun stres altında maçlara çıktıklarını,bu yüzden ilaçların faydasını gördüğünü ve onlara ihtiyacı olduğunu belirtmiş ve eşinin ilaçları düzenli olarak alması konusunda ısrarının da ilçları kullanmasında önemli bir faktör olduğunu söylemiş.

Önce maçları tribünden takip etmeye çalışan Allardyce ardından da Redknapp.Sanırım Premier League'nin temposu daha pek çok teknik adamı zorlayacaktır.Dileyelim önemli bir şey olmasın.
*Başlık David Bowie'nin "Space Oddity" adlı şarkısından alınmıştır.

25 Mar 2010

Mancini-Moyes Kavgasının Düşündürdükleri


"Adamların kavgası bile medeni" şeklinde bir çeşit kompleks ifadesinde bulunmak istemem ama ne yazık ki yaşadığımız tablo "kavga"nın da bir "adabı"nın olduğunu unutan,belki de bunu hiç öğrenememiş ülkemiz futbol figürlerine ders verecek nitelikteydi dün akşam.Maç içinde,neredeyse göğüs göğüse bir birbirine giren iki teknik adam vardı.Ancak maç sonu ikisi de birbirinden özür dilerken,Moyes hatanın kendisinde olabileceğini ama topu vakit kaybı sebebiyle değil oyuncu değişikliğinin bir an evvel gerçekleşebilmesi amacıyla elinde tuttuğunu söylerken,Mancini ise son dakikalara yenik girmelerinden dolayı stres altında olduğunu,bu yüzden istemeden de olsa Moyes'in üstüne yürüdüğünü itiraf etti.

Her ne kadar Arsene Wenger'in bitmek tükenmek bilmeyen öfkesine veya Ferguson'un o yüksek ego'suna ve kibirine alışık olsak da "beyefendi" kişilikleriyle tanıdığımız Mancini ve Moyes'in kavgaya varan tartışmaları tüm futbolseverleri şaşırttı.Ancak her şeyden önemlisi,daha önce de vurguladığımız gibi,iki teknik adamın da saha içinde yaşadıklarının sadece saha içinde kaldığını vurgulaması ve nezaketen de olsa birbirlerine hak vermeleri çoktandır unuttuğumuz tartışmanın adabı açısından çok önemliydi.

Sanırım Türk futbolunun genel gidişatına bakarsak,hemen her yazıyı rahatlıkla Moyes ile bitirebiliriz.Yasada suç olarak tanımlanmayan şike skandallarına karışan hocalar bir yanda,takımı için hırsından kavga eden hocalar diğer yanda...

15 Mar 2010

10 Haftalık Kiralık : Landon Donovan


Landon Donovan geçtiğimiz Pazar günü Birmingham karşısında Everton'la imzaladığı 10 haftalık kiralık sözleşmesini doldurmuş oldu ve ülkesi ABD'ye geri döndü.Peki 10 hafta kadar kısa bir sürede Donovan takımına ne kattı?Ya da Everton veya İngiltere Donovan'a?


Öncelikle,kira yoluyla transferlerin beklenmedik,ani sakatlıklarla karşılaşan ve mali yapısı yeni transferler için uygun olmayan kulüpler için en önemli araçlardan biri olduğunu belirtelim.Bu anlamda,teknik direktörlerin takımlarına olan etkileri tartışıldığında kiralık transferler mutlaka bir turnusol görevi görecektir.Ülkemizde alışık olmadığımız halde,özellikle 2-3 ay gibi kısa süreli kiralık transferler takımların sancılı geçmesi beklenen 8-10 haftalık periyotlarında adeta ilaç görevi görmektedir.Ülkemizde bırakın kısa süreli kiralamaları,bir sezon hatta yarım sezon süren kiralık anlaşmalar dahi pek yapılmamakta.Üstelik,kiralık oyuncu transferi,takımların sıkıntı yaşadığı bölgelere dair acil ve faydalı bir çözüm bulmaları olarak görülmemekte,yalnızca tecrübesiz,genç oyuncuların tecrübe kazanmaları amacıyla alt liglere gönderilmeleri şeklinde gerçekleşmekte.Peki gerçekten öyle mi?Yoksa,Sir Alex Ferguson,2007-2008 sezonunda forvet sıkıntısı çektiği için tecrübeli golcü Henrik Larsson'u 9 haftalığına Manchester'e getirmemiş miydi?Ya da 2001-2002 sezonunda Lucescu kulübün maddi yetersizliklerine rağmen,sezon öncesi ve devre arası yaptığı kiralık transferlerle(Sebastian Peraz,Victoria Mendez,Faryd Mondragon,Sergen Yalçın,Murat Sözkesen) elde etmemiş miydi şampiyonluğu?Bu yüzden kiralık oyuncu transferi doğru yapıldığında,amacına yönelik kullanıldığında söz konusu takımlara kesinlikle önemli bir katkı sağlamaktadır.Ve Moyes'e dönersek;Moyes de Donovan'ı getirmekle akıllıca bir iş yapmıştır.Everton Donovan'ın oynadığı 10 lig karşılaşmasında sadece 2 kez yenilmiş ve Donovan bu karşılaşmalarda 2 gol 3 asist yapmış.


Donovan,Moyes'e öğrendiklerinden dolayı minnet duyduğunu açıklamış,Moyes ise Donovan'ın takıma 10 hafta gibi kısa bir süre içerisinde bile önemli katkılar sağladığını ifade etmiş ve gelecek Haziran'dan itibaren ilk işinin Donovan'ı yeniden Everton'a getirmek olduğunu ifade etmiş.Bu arada,bugün hala Everton forması giyen Tim Howard ve Steven Pienaar'ın da takımlarına bu yolla katıldıklarını belirtelim.Yani,Moyes kira yoluyla birlikte çalıştığı futbolcuların bonservisini almak konusunda da açık fikirli bir imaj çiziyor.Donovan 2-1 yenildikleri Tottenham maçında boş kaleye yuvarlayamadığı top yüzünden,ileride muhtemelen "inanılmaz kaçan goller" vb. video kliplerde gösterilecek...Ve fakat kaçırdığı gol dışında gösterdiği muazzam performansla da önümüzdeki sezon muhtemelen tekrar Everton forması giyecek.Bu arada,Türkiye'de kiralık oyuncu yöntemi kullanılmıyor derken Rıza Çalımbay'ı unutmayalım.Zira,Eskişehirspor'da iki senedir takımının önemli bir kısmı kiralık oyunculardan oluşuyor ve kiralık oyuncuların Eskişehirspor'a kattıkları tartışılmaz.Dilerim Rıza Çalımbay David Moyes,Eskişehirspor da Everton olabilir...

14 Mar 2010

Yeryüzü'nün En Sabırlı Takımı


Üst üste United yazıları yazmış olacağız ama bu formlarıyla bunu hakettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.Zaten Old Trafford'da bırakın yenilmeyi,gol yemeyi bile unutmuşlardı ve fakat rakip,Hodgson'un dişiyle,tırnağıyla kazıyarak bugünlere getirmeyi başardığı Fulham'dı.Üstelik sezonun ilk yarısında Fulham Craven Cottage'de 2-0 gibi net bir skorla geçmişti United'i.Tabii,Old Trafford'da alışılan şey gerçekleşti ve ikinci yarının hemen başında düğümü çözen Manchester,sonlara doğru artan temposuyla galibiyeti pek zorlanmadan almasını bildi.


Önce,geleneği bozalım ve mağlup takım hakkındaki yorumlarımızı yazalım:Batı Londra temsilcisi şu an ligde 10. durumda ve sezonu bitirebilecekleri en kötü yer 12.lik gibi gözüküyor.Bunun yanında,8.liği geçmeleri de düşük bir ihtimal.Hal böyleyken,Fulham'a dair yorum yaparken onların ölçeğinin bir orta sıra takımı olduğunu unutmadan yapmak gerekir.Yani bu mağlubiyet Fulham cephesinde pek de kötü karşılanmayacaktır.Ancak Hodgson açısından durumun daha farklı olduğunu belirtmek gerekir.Öncelikle,Hodgson'un oyunu nicedir,gol yememek üzerine kuruludur.Bugün,maça çıkana kadar toplam 29 gol yemişlerdi ki bu sayı onları Liverpool'la birlikte ligin en az gol yiyen 5. takımı yapıyordu.Buna rağmen,attıkları gol sayısının da 32 olduğunu görüyoruz ki bu bilgi Fulham'ın neden orta sıralarda yer aldığının açık bir göstergesi.Hodgson "pas yapmayı" adeta bir fetişizm haline getirmiş ve bunun kimi zaman yanlara biraz fazla oynayarak zararını görmüşse de genel anlamda rakiplerine karşı üstünlük kurmada avantajını görmüş,sıkı-kademeli savunma anlayışıyla kalesini gole kapatmayı başarmış bir hoca olarak gözükse de bugün yaşadığı gibi,gol pozisyonuna girmekte zorlanan bir takıma sahip olması planlarının bir anlamda alt-üst olmasına sebep oluyor.Eğer takımınızda,topu çok iyi kullanan ve bu anlamda insiyatif alabilen 1 veya 2 oyuncunuz varsa takımın geri kalanının topla arasının çok iyi olmasına gerek olmayabilir.Ancak ne yazık ki,Fulham'da bu özellikte futbolcu sayısı çok az.Andy Johnson inatçı yapısı ve gol vuruşlarındaki başarısıyla bu tanıma girebilir ancak uzun süredir sakat ve hala form tutabilmiş değil.Böylesi bir durumda,Hodgson'un elinde bir tek Zamora ve yenilgiyi kabul etmeyen,hırslı yapısıyla Duff kalıyor ki ikisinin de topla çok iyi oynayabildiklerini söylemek güç.Oyunu 1-0'a getirecek kozları geyet sınırlı olduğu için,Hodgson öncelikle 0-0'ı koruyup ardından 1 gol bulmanın hesabını yapıyor.Mevcut koşulları altında bu yaptığının mantıksız olduğu söylenemez.



Manchester United kazanan taraf olduğu halde onlar hakkında yazacaklarımız muhakkak ki o kadar uzun olmayacaktır.Geçen hafta Burnley karşısında Arsenal'in gerçekleştirdiği o müthiş pas trafiğini-tam 504 pas yapmışlardı.- bu hafta Manchester 495 pasla gerçekleştirdi.Zaten maçı Hodgson'un elinden alıp Ferguson'unkine veren de bu detay oldu.United ilk yarının başından beri ısrarla pas yaptı,set oyunları gerçekleştirdi ve oyunu her geçen dakikayla birlikte santim santim Fulham yarı sahasına yığdı.Öyle ki ,mesela Fletcher-Park-Rooney'nin oluşturduğu bir üçgenden sonra Berbatov'un bindirmesiyle Fulham stoperleri Schwarzer'in hemen yanı başında buluyorlardı kendilerini.Durum böyle olunca,Rooney ikinci yarının hemen başında takımını öne geçirdi ve 84. dakikada,bir gol daha olana dekManchester'in birbirinden farklı hücum varyasyonlarını izledik.Nihayet,84'te Rooney ve 89'da Berbatov'un golleriyle durum 3-0'a geldi.Ancak skordan da önemlisi,Manchester'in topu inatla ayağında tutmaya çalışması ve oyunu neredeyse Fulham kalesinin içine kadar yığmasıydı.Belki United,Barcelona'nın layık görüldüğü Yeryüzü'nün En İyi Pas Yapan Takımı değildi ama kesinlikle Yeryüzü'nün En Sabırlı Takımı idi.Yoksa Berbatov'un kaçırdığı onca gole rağmen,moralini bozmadan oyuna devam etmesi ve nihayetinde maçın son dakikasında gole ulaşması başka nasıl açıklanabilir?








Manchester United-Fulham:3-0

12 Mar 2010

Bi' Zahmet...


Bir gün içinde Cho Grey'in enfes Ramos postunu,Stalker'de aynı derecede güzel olan,Alp'in yazısını ve dönüp Aceto'nun çok değerli "Peki Sen Kimsin" adlı baş ucu eserini okuyunca,dayanamadım ve bir kaç satırda ben karalamak istedim bu konularda.


Öncelikle,Aceto'nun o "kutsal" yazısındaki düşüncelere sahip çıkanların bilmesi gereken şudur:bir görüş ve o görüşün uzantısında bağlılık hissedilen semboller veya fikirler eleştirilirken bir başka ezberin içine düşülmemesi gerekir.Yani,eğer son yıllarda futbola kendi halince "sol"dan bakmaya çalışan bir grup insan varsa -ki allahtan var,yoksa halimiz ne olurdu düşünemiyorum.-ve sen bu insanların bağlı oldukları sembolleri,takımları,klişelerini eleştirirken,"aslında futbol sadece futbol'dur." dersen,sözünü ettiğin kişileri Guardian okuduğu için eleştirip,kendi yazdıklarına,dediklerine bakmadan her hafta AS'ın,Marca'nın manşetlerini çeviriyorsan,üstelik bu işten para kazanıyorsan,yaptığın iş eleştiri değildir,yazdığın yazı da klasik,sol karşıtı,bayağı söylemlerden başka bir şey içermiyor demektir.Hemen burada,senin eleştirdiğin Guardian'ın mevcut koşullar altında okunabilecek en eli ayağı düzgün gazete olduğunu da belirtelim.Yoksa senin Marca'n mesela İngiltere'de olsa olsa "The Sun" olabilir ki ufkumuz,insanlık onurumuz için hiç yararlı bir kaynak olmadığı açıktır.Yani sen aklınca ezber bozarken,bir başka ezberin tam ortasına düşüyorsun.Sana kalsa Simon Kuper okumayalım,Tanıl Bora okumayalım da Kemal Belgin'i mi okuyalım?Barcelona'yı tutmayalım da Lazio'yu mu tutalım?Bunlar mıdır,bizleri özgürleştirecek seçimler?


Bu ülkede onca yıldır hangi solcuyu kulak verip 5 dakika dinlediniz de onun seçimlerine klişe yaftası yapıştırıyorsunuz.Tamam,Aykut Kocaman'ı sevmeyelim,Ersun Yanal'ı da...Peki sonra ne olcak?Yıllardır bu iki isim dışında Türk futbolunda farklı cümleler kurabilen bir başka isim mi var sanki?Peki sen göster,madem biz bir ezber yaratmışız,sen boz.Bahsedilen isimler dışında farklı değil,yeni bir söz söyleyebilen bir tane figür göster,biz de seni dinleyelim.Bir "ötekileştirme" almış başını gidiyor.Evet İtalya'da Livorno'yu,İngiltere'de Liverpool'u,Almanya'da St.Pauli'yi destekliyorum.Çünkü,kulağımıza egemen ideolojilerin,hakim görüşlerin dışında farklı bir şey söylendiği mecralar bunlardır.Bütün bir halkı,"PKK dışarı" diye bağırarak yok saymak,dışlamak,ötekileştirmek bizlere uymuyorsa ve bu bir ezber olmuşsa,varsın olsun.Yatar kalkar bu ezberi tekrar ederiz.Onun dışında,tıpkı Stalker'de de yazdığı gibi kimi destekleyeceğimize bırakın biz karar verelim.Biliyoruz,"sansür" geçmişinize dair en anlamlı sözcüklerdendir.Yine de,bir zahmet izin verin,biz dört bir yanımız endüstriyel futbolla çevrili olsa da bir liman kentinin takımını,sol görüşlü olmadığı halde destekleyebilelim.


11 Mar 2010

AC Milan:Roma'dan Hallice...


van der Sar 2011 Haziranı'na kadar kulüpte kalacak ama,sanıyorum bir daha bu kadar önemli bir rakibe karşı böylesine rahat bir maç çıkaramayacaktır.Aynı şekilde,Gary Neville de Ronaldinho'ya karşı oynamasına rağmen neredeyse hiç zorlanmadı. Zaten son haftalarda performansını yükseltmiş ve Scholes'la,van der Sar'la sözleşme yenileyen yönetime adeta mesaj göndermişti.Ona bunca zaman sahip çıkan Ferguson'un dahi artık Neville'yi tercih etmediği günler de yaşamıştık ama dediğim gibi böyle bir hırs göstereceğinden kendisinin dahi haberi olmadığını söyleyebiliriz.Modern bir bek nasıl olmalı sorusunun cevabını verdi oyunda kaldığı süre içerisinde,üstelik 35 yaşın verdiği olgunlukla yaptı bunu.Sanırım en güzeli de bu...


Fletcher,Park ve tabii Rooney...Bu isimler hakkında fazla konuşmaya gerek yok zaten.Rooney büyük ihtimalle futbolu bıraktıktan sonra dahi yıllarca unutamayacağı bir sezon geçiriyor.Aslında aynı şeyler Fletcher için de geçerli.Daha önce hiç bu kadar "komple" bir oyuncu olduğunu gösterememişti.C.Ronaldo'nun gidişinin yaradığı isimlerin başında geliyor ve yıllar önce Roy Keane'yi hakkında ettiği sözler için pişman ettikten sonra bugünlerde de hakkında "uzun bacaklı,sıska ve takoz" gibi yorumlarda bulunan çoğu futbol otoritesini pişman ediyor.Park ise daha farklı bir yerde duruyor.Sanıyorum,ona bu anlamda en çok yaklaşan isim Liverpool'lu Kuyt.Kadroya ismi ilk sırada yazılanlardan yani...


Milan hakkında söylenebilecekler de sınırlı ne yazık ki...3 sene önce Old Trafford'dan tarihi bir farkla dönen(7-2) Roma'dan hallicelerdi sadece.Old Trafford demişken,sarı-yeşil kaşkollar ve Glazer protestoları her zamanki gibi büyüleyiciydi...

8 Mar 2010

Wes Brown ve Ryan Shawcross

İngilizler bu tip oyunculara "versatile"(çok yönlü) diyorlar ki Brown hakkında en doğru tanımlama da bu olsa gerek.Stoper olarak da oynayabilir sağ bek olarak da.Hiç birinde sırıtmaz ancak,hiç birinde parlayamaz da.Yine de,stoperde genç "yıldız" Evans'ı görmeye alışmış bünyelere göre Brown ilaç gibidir o bölgede.Ferguson,onu bu sene genellikle Evans'ın partneri olarak kullandı ama Vidic ve Ferdinand gelince sağa kaydırmak durumunda kaldı.Malum,O'Shea sene başından beri sakat,Neville ve Rafael'in performansı ise çok yetersiz.İşte böyle bir durumda,İskoç teknik adam şampiyonluk açısından son derece büyük önem taşıyan Wolves maçında sağ bek mevkiinde Brown ile başladı.Ancak,Brown ilk yarı biter bitmez kenara alındı Ferguson tarafından.Hepimiz tüm takım gibi Brown'un da etkisiz kaldığını,bu yüzden kenara alındığını düşündük(ki yerine giren Neville'nin bu sezonki performansı hakkında bilgi vermeye gerek yok sanırım),çünkü Ferguson'un skoru değiştirmek adına yaptığı hamleler diğer teknik adamların yaptığı,forvetleri değiştirmek veya hücum hattını yenilemek gibi hamlelerle sınırlı kalmıyor,çoğu zaman bek veya orta alan oyuncularını değiştirebilecek(bu değişiklikler skora oyunun hakimiyetinin ele geçirilmesi yoluyla etki ediyordu) ölçüde çeşitlilik barındırıyordu.Fakat gerçek bu değilmiş,Brown'un sol ayak tarak kemiğinde kırık tespit edilmiş.Tabii bu durum halihazırda defans hattını oluşturmakta zorlanan Ferguson için çok acı olsa da,olayın bir de İngiltere Milli Takımı için oluşturacağı sonuçlar mevcut.

Capello ilk olarak Ashley Cole'nin sakatlığıyla sarsılmıştı,ardından Terry skandalı ve onun ekseninde gelişen Bridge'nin milli takımdan affını isteme kararı gelmişti.Bunun üstüne bir de Brown'un olası yokluğu düşünülünce,İngiltere'nin kadroyu kurmakta zorlanacağı gerçeği ortaya çıkıyor.Capello mevcut kadrosunda Brown'u sağ bek olarak kullanıyordu.Zaten bir diğer alternatif Liverpool'lu Glen Johnson hala sakat.Sağ bek oynayabilen bir diğer isim Carragher'in de daha Capello gelmeden milli takımdan emekli olması,İngilizleri sol bek krizinden sonra bir de sağ bek krizine sokuyor.Ancak tüm bu tartışmaların ötesinde,bu sakatlıkların belki de tek olumlu yanı,bu sayede kendini gösterebilecek olan Ryan Shawcross'un kadroya çağırılacak olması.Bundan iki hafta önce,Arsenal'e karşı oynarken genç Ramsey'in ayağını kıran Shawcross o gün ilk milli davetini almıştı ama Ramsey'e öyle bir kötülük yapmıştı ki ilk milli davetine sevinememişti bile.Bu kez de Brown'un ayağındaki kırık sayesinde İngiltere'yi Güney Afrika'da temsil etme şansı bulacak.Brown'un Güney Afrika'ya yetişip yetişemeyeceği önümüzdeki hafta netleşecek.Yetişememesi halinde,Shawcross'un Güney Afrika'daki yeri bir anlamda kesinleşirken,ayrıca bir sağ bek daha aranacak ki aklıma Villa'lı Luke Young veya sakatlıktan henü kurtulan Jagielka'dan başka bir isim gelmiyor.

6 Mar 2010

Kızıl Kurt : Paul Scholes


Futbolda "kurt" yakıştırması genelde teknik adamlar için yapılır.Saçında tek bir siyahı kalmamış,adeta tüm saçlarını yıllar içinde edindiği tecrübeye karşı feda etmek zorunda kalmış bu teknik adamlar taraftarlar için adeta bir umut kapısı olarak görülürler.Bahsi geçen gün,deplasmanda 1 puana ihtiyaçları varsa,"yaşlı kurt" ne yapar eder o puanı alır...Bu bilenmiş tavırları çoğu zaman onları "dinazor" veya "anti-futbolist" olarak gösterse de,hiç kimse o gün o puanı alabilmenin yolunu bu kararlı "yaşlı kurt"tan daha iyi bilemez aslında.


Scholes de bu yakıştırmanın saha içindeki temsilcisi gibi duruyor.35'ine geldi hala aksamıyor,ona görev verilirse çıkıyor sahaya ve verilen görevi eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor.Yalnız,bu sözcükler Scholes'in görevini yerine getirirken suya sabuna bulaşmadığı,sorumluluk almadığı şeklinde anlaşılmasın.Aynı yukarıda bahsettiğimiz "kurt hoca"lar gibi,o an için neye ihtiyacınız varsa Scholes de onu yapmaya hazır bir şekilde çıkıyor karşımıza.Bugün,Manchester belki de sene boyunca oynadığı en zor deplasman maçına çıktı.Rooney yoktu ve Wolves'in mutlaka puana ihtiyacı vardı.Alex Ferguson'un yedek forveti Molde'den henüz gelen Mame Biram Diouf idi.Yani,Ferguson'u belki de hiç bu kadar çaresiz görmemiştik.Ne alışıldık pas trafiğini kurabilmişti ilk yarıda,ne de oyunu Wolves yarı sahasına yıkabilmişti...Hatta bir tane bile derli toplu set oyunu göremedik United'ta.Ama ne oldu?70.dakikada Scholes belki de Wolves savunmasının tek hatasını affetmedi ve artık futbol sahalarında göremeyeceğimiz kadar soğukkanlı bir vuruşla tüm dengeyi takımı lehine değiştirdi.Bazı goller ne kadar anlatılsa yetmez.Bu gol de öyle bir gol.Belki de Manchester sene sonu bu gol sayesinde şampiyon olacak.İşte bu yüzden Scholes nesli git gide tükenmekte olan saha içi "kurt"larının en değerli örneklerinden biri.


Bu golün Scholes için ayrıca önemli olduğunu belirtelim.Bundan 16 sene önce Portman Road'da Ipswich'e karşı atmış ilk golünü.Bu gol ise 100. golü.Gollerinin istisnasız hepsinin United forması altında atılmış olması da Scholes'i diğer meslektaşlarından daha ayrı bir yere taşıyan detaylardan sadece biri.

5 Mar 2010

Türkiye'ye Fazla Bir Adamdan Seçmeler #1


"Daha çok felsefe kitaplarına ilgi duyuyorum. Bir ara roman çok okuyordum. Bazen okuduklarımın da boşuna olduğunu anladığım zamanlar oldu. Bazıları ise çok fikir verdi bana. Gençlik yıllarımda Jack London’ın Martin Eden adlı bir kitabını okumuştum. Bir yazarın yazılarının yayımlanması için verdiği mücadeleyi anlatıyordu. İnatçı, ısrarlı, sabırlı olmak ve çalışmak benim için gençliğimde çok önemliydi. O karakteri kendimle bağdaştırdım ve beni çok etkiledi."


Geçen hafta Habertürk'te Şenol Güneş belgeseli vardı.Fırsat bulup izleyememiştim.Sonunda internetten izleyebildim.Gerçekten çok güzel bir çalışma olmuş.Ancak yukarıdaki sözler belgeselden değil,Star gazetesine verdiği röportajdan.Bilmiyorum,bir tek bana mı ilginç geldi bilmiyorum ama Türkiye sınırlarında bırakın Jack London'u,kitap okuma alışkanlığı olan herhangi bir teknik adama rastlamak gerçekten kolay olmasa gerek.Sadece bu açıdan değil,bir insan olarak barındırdığı tüm özellikleriyle Türkiye'ye fazla bir karakterdir.Kendisinin de söylediği gibi Trabzonludur,Türktür ve en önemlisi Adamdır.

4 Mar 2010

Mick McCarthy Rasyonalizmi


Mick McCarthy Wolves günlerinden önce, ne teknik adamlık kariyerine başladığı Millwall'da, ne yalnızca 2002 Dünya Kupası'na katılabilme başarısı gösterdiği altı yıllık İrlanda serüveninde, ne de Sunderland'da bu denli başarılı olabilmişti. Tabii, burada bahsettiğimiz başarı, Wolves ayarında bir takımın, ligin son çeyreğine girerken düşme hattının üstünde kalabilmesi ya da bir başka deyişle, ligde tutunabilmesi gibi kadro yapısı, imkanları kısıtlı bir takımın bu kısıtlardan, "kendi yağında kavrulma" aşamasına geçişine işaret etmektedir. Wolves, şu an ligde 26 maç oynamış durumda ve aldığı 24 puanla 16. sırada yer alıyor. Düşme hattında yer alan takımların hocalarının da her fırsatta belirttiği gibi, sezon sonuna kadar 40 puan toplayabilenlerin ligde kalacağını düşünecek olursak; McCarthy'nin kalan 12 maçından 4 galibiyet ve 4 beraberlik alması ligde kalabilmesi için yeterli olacaktır. Burada söz konusu 4 galibiyetin kolayca alınabileceği yanılgısına da düşmemek gerekir, zira Wolves'in, Mart ve Nisan ayları boyunca sırasıyla Manchester United, Aston Villa, Everton ve Arsenal ile karşılaşacağını belirtelim.

Şahsi fikrim, fikstür onu ne kadar zorlayacak olursa olsun, McCarthy'nin takımı ligde tutacağı yönünde...Ancak asıl gelmek istediğim nokta, McCarthy'nin bu sene sonu takımını Premier League'de tutabilecek olması değil, takımını ligde tutmak için izlediği stratejinin "rasyonalizm" şemsiyesi altında eleştirisini yapmak. Wolves bu Cumartesi Bolton'la karşılaşacak ve ardından evinde Manchester United'ı ağırlayacak. İşte tam bu noktada McCarthy ve "rasyonalizm" kelimeleri yan yana geliyor. Ligin ilk yarısındaki maçta takımını Manchester karşısında tam 10 as oyuncusundan yoksun olarak sahaya çıkarmıştı ve bunun savunmasını, as oyuncularını Manchester maçından sonra karşılaşacakları Burnley'e hazır tutmak için bilinçli bir tercih sonucunda yedek bıraktığını söyleyerek yapıyordu. Sonuç olarak, o gün Manchester'a 3-0 yenildikleri halde beş gün sonra Burnley'i 2-0 yenerek sene sonu muhtemelen rakip olacakları bir takımı mağlup etmişlerdi. Ancak, tartışma sanılanın aksine McCarthy'nin planlarının tutmasıyla bitiyor değildi, aksine yeni başlıyordu. McCarthy'nin davranışı nasıl yorumlanmalıydı? Şüphesiz profesyonelce bir davranış değildi, ancak, sanılanın aksine basit bir küçük takım stratejisi de sayılamazdı; çünkü belki de Burnley'den aldıkları o 3 puan olmasa bugün ligin dibinde yer alıyor olacaklardı.

McCarthy'nin stratejisini veya en basit haliyle tercihini incelerken ilk aklıma gelen "rasyonalizm" oldu. Basitçe, karar verirken duyguların değil aklın kullanılması gerektiğine inanılan düşünce sistemi. Bu anlamda
rasyonalizmi iktisadi anlamda yorumlayacak olursak, bireyin karar verme aşamasında alacağı olası kararların ona getireceği muhtemel faydaları ve zararları düşünerek bir karara varması de denilebilir. İşte bu yüzden McCarthy'nin Manchester maçı öncesi verdiği karar, kendi kısıtlarını bilmesi ve ona göre davranması sebebiyle tam anlamıyla iktisadi bir karar olmuştur. Buraya kadar, McCarthy'nin tam anlamıyla rasyonel bir birey gibi davrandığını söyleyebiliriz. Tabii tek fark, Manchester maçına yedek kadroyla çıkarken, Burnley'den 3 puan alacağının kesin olmamasıydı. Ne var ki McCarthy'nin, şansı veya tahminleri onu haksız çıkarmamış ve Burnley'den 3 puan alıp camiasına karşı başını dik tutabilmişti.

McCarthy'nin verdiği karara özellikle iktisadi anlamda rasyonalizm yakıştırmasını yaparken, bu görüşün Klasik İktisat'tan yani Liberalizm'den türediğini de belirtelim. İşte McCarthy'nin verdiği kararı sorgulanır hale getiren nokta da burada ortaya çıkıyor. Şöyle ki, McCarthy'nin kendi kısıtını göz önünde bulundurup, olası fayda ve zararını hesaplayarak aldığı karar iktisadi rasyonalizme işaret etse de, liberal anlamda yarışta var olmak için düşmemek amacıyla gösterdiği tepkinin nasılsa, bir diğer, stratejisi tökezlememek üzerine kurulu takım olan Burnley'e isabet etmiş olmasıydı. Yani, liberalizm sadece, rahatça ayakları üstünde durabilenlerin var olduğu, ötekilerinin ise ayakta kalabilmek adına birbirlerini çekiştirdikleri bir sistem olarak karşımıza çıkıyordu. Hem de kim bilir kaçıncı kez... Yani, McCarthy'nin ayakları üstünde durabilmek adına verdiği kararlardan bile ne hikmetse bir diğer düşmemek için çırpınan nasibini alıyordu... Bu noktada, liberallerin veya çağdaş anlamda profesyonellerin dert ettiği konu ise bir başkaydı: McCarthy maça yedek kadroyla çıktığı için ligin kalitesini ve izlenebilirliğini düşürüyormuş, yani izlenme oranları tehlikeye giriyormuş dünyanın en çok izlenen liginin. Bitirirken, sırf bu sebepten, geçen günlerde Wolves'in 25.000 pound değerinde bir cezaya çarptırıldığını da belirtelim.

1 Mar 2010

Kişisel Bilgilendirme ve Bir Şiir


Takip edenler bilir,her perşembe "Barbarossa Blog"dayım artık.Zaten daha öncesinde başladığım Çİvili Krampon'da da devam ediyorum hala.Bunun dışında son günlerde hiç vakit ayıramadığım,Hect. ile birlikte fikir babalığını yaptığımız ancak,sonrasında tamamen onun özverisiyle yürüyen harika,"film haritası" tadında bir blog yarattık.Bundan sonra imkan yaratıp en azından haftada bir tekrar "Film Haritası"nda olmayı düşünüyorum.Tabii,bunca sayfa arasında bir de diğer futbol bloglarına nazaran çok daha az izleyici sayısına sahip ve muhtemelen çok daha az tıklanma sayısına sahip,bu "teselli" sayfam mevcut.Blogumun bu denli popülarite yoksulluğunu ya gündemi takip etme tembelliğime ya da yazım gücüme bağlıyorum.Lakin,her gün,bilendiğim her konuda sayfalarca yazmaya devam ediyorum.Neyse,bütün bu girizgah,bundan sonra bu sayfanın daha da kişisel olacağını anlatmak içindi.Ancak kişisel kelimesinin de açıklaması iyi yapılmalı.Kişisel denilince futbol olmayacak sanılmasın.Ne yazık ki,öyle bir şey sanıyorum neredeyse hiç bir ortamda mümkün olmayacak.Çünkü,futbol bizzat kendimin ta içerisinde,yani ne kadar kişisel şeyler yazarsam futboldan da o kadar fazla söz etmiş olurum.

Futbolun kişisel karalamalarımda yerini yine alacağını belirtirken,bu alanda son bir kaç aydır yardımını,desteğini aldığım ninakupenda'nın da bu sayfada yer alacağını belirteyim ve sözü uzatmadan artık bu sayfa da futbolun yanında,bundan önce vakit ayırıp yazamadığım,varlıklarının bünyemde ömür boyu sürecek tesirler yarattığı kitaplar,şiirler,öyküler kısaca tüm edebi uğraşların,filmlerin ve hatta yeri geldiğinde felsefi,politik,iktisadi tartışmaların daha sık yer alacağını belirteyim.

Yukarıda karaladıklarımızın üstüne,başlangıcı,geçişi yumuşak kılabilmesi bakımından şiirle yapalım.Şiir Ahmet Erhan'dan geliyor.Tabii,Ahmet Erhan'ın şairliği dışında futbolculuğu da ayrı bir olaydır umarım gün gelir onu da anlatırız.Yalnız kısaca Adanademirspor'da oynadığını söyleyelim,gerisini siz tahmin edin.

Atlas şiirinin 5. kısmı :

Dumanı sönük bir vapursa kalbim
Tamam
Yıka beni,gülsuyuna batır
Sevişelim ondan sonra
Yalnızlığın bir hayrını görmedim
Ama lüzumsuz çoğulluğun da
Tamam
Assos'lara filan gidelim
Ben gibi deliler diyarına
Delideniz,delikadın,deliadam,deliçocuk
Karalara bürünmüş oturuyor aklımda
Tamam
Hayat kırk katırsa ölüm tek satır
Ötesi yokluk