6 Nis 2012

Milan Baros


Kısa bir yazı olacak bu. Zaten Baros'un meziyetlerini tekrar tekrar anlatmaya gerek yok. Yazının meramı farklı, daha çok veda niteliğinde. Önümüzdeki sezon takımda kalmayacağı neredeyse kesinleşti. O halde, mevzuu veda ise Baros'un en iyisini hakettiğini söylemek mümkün.

Fikrim, Fatih Terim'in geldiği ilk günden beri Baros'un üzerinde iki dakikadan fazla düşünmediği yönünde. Sezon başından beri gölge gibi ortalıkta dolaşan bir Baros var, doğru. Gölge olmayan Baros'un yerlerde gezindiği de doğru. Ama Terim daha birkaç hafta öncesine kadar Sercan'a tanıdığı şansların yarısını dahi Baros'a tanımadı. Bu da doğru. "Şans tanımak"tan kastım, hocanın futbolcusuna ilk 11'de görev vermesi ya da yeterli süreyi tanıması değil. Daha çok maneviyatla ilgili bir şey. Kabul etmek gerekirse, Terim'in bu sezon yaptığı onlarca iyi iş var: Ujfalusi'ye verdiği kaptanlık ve onun barındırdığı mesaj, Servet'e attığı kesik, Semih-Emre Çolak ikilisine emanet ettiği forma, Sabri, Riera, Aydın ve hatta Ayhan'a takındığı tavır... Üstelik, bu ismini saydıklarımdan belirli ölçülerde geri dönüşler alması. Hepsi çok önemli adımlardı. Ve fakat, ne yazık ki bu adımlara benzer bir yaklaşım sergilemedi sezon başından beri Baros'a karşı. Baros da anasının gözü. Egosu o biçim, kariyeri de keza. Buna rağmen çok iyi bir sınav verdiğini söyleyebilirim. Bugün salt performans düşüklüğü sebebiyle itin namüsait bir yerine sokulan Baros, daha mühim olan bir başka sınavı başarıyla vermiştir esasında. Baros klasmanında bir adam, Necati gibi bir forvetin arkasında beklesin, son 5-10 dakika görev alsın ve bu, bir problem olarak hiçbir mecraya yansıtılmasın. Baros bu sezon yaşadığı sıkıntıların çoğunu, takımın "havasını" bozmamak pahasına bir kenara ayırmıştır. Yoksa Galatasaray dışında, anlık performansları ne olursa olsun, Necati'nin Baros'u yedek bırakabileceği bir başka takım daha yoktur.

Gelelim, "Baros hala işlevsel mi?" sorusuna. Yani bu kadar eleştirdiğimiz adam hiç mi bir şey yapmıyor? Ordu maçında Necati'nin attığı o enfes golü hatırlayalım. İşte o harika gol Baros olmasa olmayacaktı. Çift forvet avantajını kastetmiyorum. Baros'un gol öncesi iştahını, Necati'ye boş alan yaratmak için yaptığı sağlı-sollu koşuları kastediyorum. O pozisyon Baros'un "hala" fayda sağlayabileceğine dair önemli ipuçları taşıyor. Veda dedik ispata giriştik. Olsun o kadar. Baros'un hatrına çiğ tavuk yenir.


19 Mar 2012

Hakan Balta


Derbi sonrası adı tekrar geçer oldu Hakan'ın. Ondan önce büyük bir sessizlik hakimdi zira. Çoğu zaman, galibiyet serilerine imza atan, ligin bitimine haftalar kala tüm rakipleriyle arasında ciddi bir puan farkı yaratan bu takımın bir parçası değilmişçesine yaklaşılıyordu. Bir parça merhamet varsa eğer yaklaşımlarda bu sefer, "iyi takımda sırıtmıyor"a yakın bir yakıştırmayla anılıyordu. Lakin kesinlikle hakkı verilmiyordu. Artık hakkının verilmesinin zamanıdır Hakan'ın. Kötü oynarken, kendine bakmazken eleştirdik. Travmatik bir sezonun ardından kalan tek sağlam parça olması ve buna rağmen sahada elinden geleni yapması sebebiyle de hakkını teslim etmek gerekir.

Hakan'a daha yakından bakmadan evvel, bundan önceki iki sezonda ona yöneltilen eleştirilerin tümüne katıldığımı belirtmeliyim. Zira hiçbirine itiraz edilemezdi. Hakan televizyondan dahi farkedebileceğimiz bir isteksizlik sergiliyordu çoğu zaman. Pozisyon takibinde zorlanıyor, adamını kaçırıyor ve savunmada hemen hiç görev almıyordu. Taraftarın formanın hakkını vermeyen topçuyu sahiplenmemesi, onu istememesi doğal. Hakan da istenmiyordu. Fakat Rijkaard olsun Hagi olsun her şeye rağmen çoğunlukla onu tercih ettiler. O iki sezon boyunca ısrarla Hakan'ın tercih edilmesi çok kafamı karıştırmıştı. Bugün hala bu ısrarın olası sebeplerinin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Buradan varılabilecek sonuçlar aslında basit; öncelikle sıkça vurgulanan yerli sol bek kıtlığı, ardından takımların yabancı haklarını daha "önemli" bölgelerde kullanmaları. İlkine dönersek, bugün vasat ve vasat üstü addedebileceğimiz yerli sol bekler bundan iki sezon önce isimlerini henüz duyuruyorlardı. Hasan Ali ve İsmail'i kastediyorum ki ikisinin de hala Hakan'dan eksik olduklarını düşünüyorum. İkinci olarak, üzerinde fazla konuşmaya gerek duymadığım, yabancıların mevkilere göre dağılımı meselesi geliyor. Sonuç şu; evet Hakan bir yandan alternatifsizliğin kurbanı, bir yandan da bugün hala takımda olmasını bu alternatifsizliğe borçlu.

Rijkaard, Servet'in kafasıyla ayağı ile kafası arasındaki uzaklığı erkenden tespit ettiğinden Hakan'ı stoper olarak denedi uzun bir süre. O dönem Emre Aşık da Emre Güngör de bu takımın stoperiydiler. Üçü birlikte(Servet, E. Aşık, E. Güngör) kulübede otururken Hakan defansın göbeğinde yer alıyordu. Keza Hagi ve sıklıkla Skibbe Hakan'ı çok yönlü bir oyuncu olarak değerlendiriyorlardı. Skibbe'nin oyun için hamlelerinde Hakan ona hamle kolaylığı sağlayan bir unsurdu. Volkan Yaman'ı sol bekte görevlendirip Hakan'ı orta alana çektiği birçok maç vardır. Geçen sezon, Anıl Dilaver'in attığı golle kazandığımız Konya maçında, Anıl'a ceza sahasının birkaç metre gerisinden asist yapan da Hakan'dı. Ne sıklıkta olduğunu hatırlamıyorum ama Hagi'nin de Hakan'ı orta alanda kullandığı maçları biliyorum. Ez cümle, hocaların hiçbiri bizim beğenmediğimiz Hakan'ı kesemedi. Ondan başka kimseyi görevlendiremediler. Hakan bir şekilde çoğunun beklentisini karşılıyor olacaktı ki Rijkaard'lı dönemin sonları dışında hemen hemen kesintisiz süre aldı yıllardır.

Geçmişi bir kenara ayırmanın vakti geldiğinde, yeni bir başlangıcın arifesinde; özensiz, isteksiz görünen ve hatta psikolojik sorunlar yaşadığı tahmin edilen Hakan'ın da diğer arkadaşları gibi (M. Sarp, Barış, Servet ve hatta Arda) bu takımda görev alamayacağı öngörülüyordu. Fakat öyle olmadı. Önceleri, hiçbirimiz kabul etmek istemedik; Hakan'a duyulan kızgınlığı bir nebze olsun anlıyorum da, neredeyse planlı bir yok sayma çabası yürütüldü, bunu anlayamıyorum. Galatasaray'ın gördüğüm en kötü sezonundan geriye kalan neredeyse tek adam o'ydu. Sene başından beri her hafta üstüne koydu; bunu yaparken her zamanki gibi sessizdi, her zamanki gibi küfür yiyordu. Kimse inanmadı ama, Hakan sanırım eski Hakan oldu. Eski Hakan da ağırdı, eski Hakan da sık bindiremezdi, eski Hakan'ın da asla yapamayacağı, kapasitesinin elvermeyeceği birçok iş vardı. Lakin eski Hakan'ın -üzülerek söylüyorum- Türkiye'de hala çoğu futbolcunun sahip olmadığı bir oyun zekası vardı. O ağırlığına, o fiziğine rağmen hatrı sayılır bir pas yeteneği ve pas isabet oranı vardı. Kısacası, eski Hakan Türkiye'nin doldurmakta ciddi sorunlar yaşadığı sol bek mevkiinin en iyi adayıydı. Hoşumuza gitmeyebilir ama bugünkü Hakan da Türkiye'nin en iyi sol beki. Hatta yazının ilk polemiğini başlatıyorum: Hakan, ne bir sene öncesine kadar "Alves 1, Gökhan 2..." denen Gökhan Gönül'ün Hiddink'i dahi çıldırtan Corluka çalımını yer ne de geçtiğimiz hafta Fener'e attığı golde Gökhan'ın sebepsizce boş bıraktığı o alanı boş bırakır. Gökhan gibi bindiremeyeceğini hepimiz biliyoruz ama işin savunma yönünde size çok büyük bir şaşkınlık yaratmayacağını, defans hattı ve kurgusuyla her zaman için uyum içinde olacağını bilirsiniz.

Bu bir övgü yazısı değil, hak teslim etme yazısı. Ne yazık ki futbolda hızlı ve sert düşüşler yaşayan futbolcular aynı hızla ve sertlikte yükselemiyorlar. Hatta genelde bu tip düşüşlerden sonra tutunamıyorlar. Hakan çok zor birşeyi başarmak üzere. Gaziantep maçında kariyerini kurtardı, Fenerbahçe maçıyla da kariyerinin yeniden inşasına başladı adeta. Bunu başarabilmek gerçekten zordu. Şimdilik üstesinden kalkmış gibi. Bu sezon ciddi ciddi tepki vermeye, konuşmaya, takım sevinçlerine ortak olmaya başladı. Çok uzadı yazı. Hakkını teslim edelim hepsi bu. Artık "işe yaramaz" muamelesi yapmayı bırakalım, hepsi bu.

13 Mar 2012

Darren Pratley


Pratley 1985 doğumlu ve bu sezon Premier Lig'de ilk kez düzenli olarak forma giyme şansı buldu. Günümüzde, alt liglerde oynayıp 20'li yaşlardan sonra en üst klasmana transfer yapabilmek hiç kolay değil. Pratley'ninki bu yüzden büyük başarı. 26 yaşında Premier Lig takımlarından birine transfer yapıyorsun... Tamam bi önceki takımı da bugün Premier Lig'de(Swansea) yani çok farkedilemeyecek konumda değilmiş aslında. Yine de, böyle bir oyuncu nasıl olur da bu yaşına kadar Premier Lig'e sıçrayamaz sorusu akla geliyor ister istemez.

Türkçe malumat yok zaten hakkında. İngilizler de hala farkına varabilmiş değil anladığım kadarıyla. Sorun bende mi diye düşünmüyor değilim ama nasılsa çok tuttum Pratley'i. Fulham altyapısı almış, alt liglere kiralanmış, 2006-2011 arası en verimli dönemini Swansea'de yaşamış ve Bolton'a transfer olmuş.

Ez cümle, fiziği düzgün, ayağı temiz, soğukkanlı, oyun zekası yüksek, özellikle hücumda pozisyon takibi açısından başarılı bir orta alan oyuncusu Pratley. Savunma yönü zayıf ve yetenekleri kısıtlı tabii. Kalburüstü sıfatını hakediyor bence. Bolton düşse bile Pratley Premier Lig'de devam etsin.


7 Mar 2012

Alan Pardew


Geçtiğimiz hafta sonuna dek İngiltere'nin Capello'dan boşalan koltuğu için aklımdaki isim Alan Pardew'di. Daha önce konuşuldu mu, gazeteler yazdı mı bilmiyorum. Hazır Türkiye Abdullah Avcı'yı tercih etmişken, İngilizler de Pardew'ı takımın başına getirseler; belki de daha "lokal", "işinde gücünde", "sessiz sakin" ve tabii ki "başarılı" hocaların ödüllendirildiği bir döneme mi girildi diye konuşulabilirdi. Ki Avcı'yı Pardew kadar takip etmiyor ve beğenmiyorum.

Neyse, Pardew'e dönelim ve önce bu kır saçlı hocanın hakkını verelim. Peşinen söylüyorum Pardew öncesi Newcastle ve Pardew sonrası Newcastle birbiriyle alakası olmayan, iki farklı Newcastle. Kulübün renkleri kadar zıt iki takım izledik iki sene içinde. Bu farklılıktaki en büyük pay şüphesiz Pardew'ın. 11 maçlık yenilmezlik serisi, ilk 4 iddiaları... Bunlar Newcastle'ın çoktandır alışık olmadığı şeyler. Bir de işin transfer boyutu var tabii. Demba Ba'nın şu an için oynayamayacağı Premier Lig kulübü yoktur herhalde. Onu takıma kazandıran belki bizzat Pardew değildir ama bu kadar parlamasında muhakkak payı vardır. Yoksa bu arkadaşın Hoffenheim'da Ibısevic'in gölgesinden bir adım ileri gidemediği günleri de biliyoruz. Keza Cabaye ve Santon da çok önemli katkı verdiler. Yani saha içinde olduğu kadar, transferde ve oyuncu yönetiminde de başarılı bir hoca Pardew, bu yüzden övgülerim.

Pardew'ın hakkını verdiğimiz bölümden sonra, kocaman bir ama ile, geçtiğimiz hafta sonu karıştığı vukuata bakmak gerekiyor. Ben en başta Pardew'ı hocalığı ve duruşu için sevmiştim ki itiraf ediyorum geçmişini fazla bilmeden yapmıştım bunu. Yalnız anlık duruşuna bakarak değerlendirmiştim. Meğer bizimkisi hadsiz davranışlarda bulunan, efendilikten, duruştan nasibini almamış bir kaçkın imiş. Tamam Ada'nın en önemli derbilerinden birine çıkıyorsun, tamam tansiyon yükselmiş, maç gerilmiş de, o anlamsız el kol hareketleri ne oluyor be hoca? Hem de Martin O'Neill gibi bir adama karşı. Yakıştı mı hiç sana? Ben ki bu sezon Ada'da en beğendiğim hocaların başına ya seni ya Redknapp'ı yazan bir destekçinim. Destekçindim yani. Geçtiğimiz haftaya kadar. Bence sen de şimdi herkes gibisin...


17 Şub 2012

Sait Faik'in Gamatosu


Şu sıra yeniden Sait Faik Beyefendi'yi keşfe çıktım. Hoş, Sait Faik hayattayken kendisine "beyefendi" diye hitap edilmesinden hoşlanmıyordur diye düşünüyorum. Onu tarif edebilecek, sokaktan çıkma onlarca sıfat bulabiliriz ama "kibar" yakıştırmalar ona gelmez, bilakis incitir diye düşünüyorum. Bir de şunu düşünüyorum; Sait Faik elbet elimizden geçmiştir ya bu yetmemeli, belli aralıklarla dönüp yeniden okumalı.

Mevzu Sait Faik olunca ben abartıya meyil ediyorum; bana kalırsa Türk öykücülüğünün en müstesna ismidir Sait Faik. Neden derseniz, geçerli bir cevap veremeyebilirim. Ama öyledir işte. Neyse daha fazla uzatmadan, evde rastladığım, içinde röportajlarının, konuşmalarının, mektuplarının bulunduğu 'Açık Hava Oteli' isimli kitapta yer alan, ardından youtube'dan da görüntülüsünü bulduğum Orhan Kemal ile olan bir anısına getireyim lafı.

" Sisli bir kış günü, Gülhane parkının ıssız yollarında bana anlattıklarnı hatırlıyorum da...

- İstanbul, İstanbul, İstanbul... Sanıyor musun ki bu yeknesaklıktan ben de bıkmadım? Ama ne yapayım? Anadolu ve Anadolu insanına dair çok az şey biliyorum. Bilmediğim şeye burnumu sokamam ki...

Anadolu'yu eserlerinde olanca çıplaklığıyla verebilen sanatçı arkadaşları hakkında söylediği sitayişli sözleri burada tekrarlamak istemiyorum.

Bir gün de şöyle bir konuşma geçmişti aramızda:

- Ulan, demiştim, şu avareliği bırak, derlen toparlan azıcık!

Yüzüme hayretle bakmıştı: - Ne olacak?

- Ne olacağı var mı? Bir baltaya da sen sap ol!

- Mesela?

- Mesela. Ne bileyim? Bir yerlere sefiri kebir filan olabilirsin.

- Hadi ulan, dalga mı geçiyorsun?

- Niçin?

- Öyle şeylere yüksek diploma ister.

- Sende yok mu?

- Ne gezer?

- Peki şu Fransa'da tahsil, Grenoble filan?

Basmıştı kahkahasını.

- Oralara okumak için gitmedim ki ben?

- Ya?

- Gezmek, eğlenmek, bir de...

Anlatmıştı, uzun uzun anlatmıştı da kahkahalarla gülmüştük.

Hey gidi Sait hey!

Ne isterdim bilir misiniz? Kabil olsa da tekrar dirilse ve hakkında yazılanları gözden geçirse. Öyle sanıyorum ki, bu yazılardan bir kısmı için basardı gamatoyu."

(Sait Faik, Açık Hava Oteli, Sait Üzerine, aktaran: Orhan Kemal)



13 Şub 2012

Erkek ve Kel Yazarlar



"Gençliğimde 'memleketimin yazarıdır' diye kitaplarını edindiğim, biriktirdiğim, hatta okuduğum orta yaşın üzerinde pek çok yazar, son yıllarda enerjilerinin bir kısmını, benim yazdığım kitapların ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya harcadılar. Beni bu kadar önemsemelerine ilk başlarda sevinirdim. Şimdiyse kütüphanemi boşaltmak için depremden çok daha sevimli bir gerekçe bulduğum için memnunum. Böylece kütüphanemin Türk edebiyatı raflarında, elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarların kitapları hızla eksiliyor."

(Kitaplık, Mart-Nisan 2002, Sayı 40, "Bazı Kitaplardan Nasıl Kurtuldum?")


Pamuk'un kastettiği isimleri tahmin etmek pek zor değil. Benim şaşırdığım, Pamuk gibi naif, kırılgan ve saf bir yazarın onu eleştirenlere karşı takındığı tavrın gaddarlığı. Onun dışında, "kütüphane boşaltmak" hemen tüm okuyucuların ciddi bir sorunu. Pamuk, "doğustan hayatı kaymış"ları eleyerek "kütüphanesini" rahatlatmış görünüyor.

2 Şub 2012

Gölgesizler ve HAT


Bir eser, kitaptan filme aktarıldığında sıklıkla görülen filmin, kitabın önüne geçtiğidir. Bu, filmin doğası gereği mazur görülebilir. Zira film sadece ona bakmanızı bekler, takip etmesi kolaydır. Bir de izlediğinize hakim olamaz, en fazla esir olabilirsiniz. Soru soramaz, altını çizemezsiniz. Oysa bir metin okurken ona hakim olabilir, karşılıklı bir ilişki içine girebilirsiniz. Sözgelimi, metnin hoşumuza giden ya da aklımızı çelen bir kısmının altını çizeriz ya...İşte o eylem içinde şu an burada anlatamaya dilimin dönmeyeceği kadar "derin" bir eylemdir. "Özgürce", "verimli" ve hatta "interaktif" bir eylemdir. Asla televizyonun karşısında o özgürlüğü sağlayamayız. Oradaki interaktiflik tamamen bir yanılsamadan ibarettir ya neyse...

Bunca lafı "Gölgesizler" için ettim. Ümit Ünal cesaret isteyen bir işe kalkışıp, okuyucu olarak dahi hayal etmesi zor olaylar içeren bir romanı beyaz perdeye aktardı. Ama yukarıdaki tabloyla karşılaşamadık haliyle. Aksine filmin başarısızlığı, kitabı gün geçtikçe duyulur kıldı. Hatta notos'un alternatif 100 temel eser listesine girmeyi başardı (şuradan). Filmin üstünden 3 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hala çıt yok. Ümit Ünal bir film çekti ve çektiği film esin aldığı kitabın gölgesinde kalmaktan başka bir işe yaramadı. Hoş, Ümit Ünal'ın filmlerini de "çektiği filmler" ve "yazdığı filmler" olarak rahatlıkla ikiye ayırabiliriz ya, burada kalkışmayalım bu işe.

Filmin en güzel yanı, kitabın yazarına -muhakkak ki onun da rızasıyla- yer vermiş olmasıydı. 48 saniye sürse de HAT'ın oyunculuğu, en azından benim için, arşivlik niteliktedir.

1 Şub 2012

Jay Jay Spearing


Lucas'ın sakatlığı olmasa bu sene de izleyemeyebilirdik Spearing'i. Sanırım ilk kez Fulham maçında ilk 11'de başladı bu sezon. Ondan önce, çok kısa süreler almıştı. Ki Lucas da Fulham maçından bir hafta önce, Chelsea'ye karşı oynanan Carling Cup mücadelesinde sakatlanmıştı. Ocak ayı içinde o bölgeye transfer bekleniyordu. Hatta bir süre için Cheick Tiote'nin adı geçince ben de bu transferi dört gözle bekler hale gelmiştim. Nasılsa, Tiote söylentileri kısa sürede kesildi. Kenny, Spearing'de ısrar etti. Hemen kimse Lucas'ın sakatlığından önce çok süre alamadığı için yeterince tanımıyordu Spearing'i. Üstelik ilk maçına da kırmızı kartla başlamıştı. Neyse ki, ardından gelen şansı tepmedi ve Lucas'ın yokluğunda şimdilik "idare edebileceğini" gösterdi. Eminim, ilerde çok daha fazlasını yapabilecek potansiyele sahip.

Fiziği yetersiz ama mücadele gücü yüksek. "Tekmeye kafa sokan" cinsten bir ön libero. Üstelik "tekmeye kafa sokan futbolcular" klasmanının top tekniği zayıf üyeleri arasından bu özelliğiyle rahatça sıyrılabilir. Pas isabet oranı çok yüksek, ayağı yumuşak. Tek toplarının hastasıyım.

Lucas'ın yokluğunda çıkardığı en iyi maçlardan biri olan Newcastle maçında yaptıklarının kısa bir özeti aşağıda.


Mira


Ölümünden kısa süre önce, kendi ayakları üzerinde durmaya karar verdiğinden belki de, hayatını Berlin'de geçirmeye karar vermiş Kafka. Çok sevdiği kız kardeşlerini yalnız bıraktığına üzülse de, yıllarca baba baskısı altında yaşayan Kafka için Berlin, özgürce bir yaşamın kapılarını aralayan bir kent görünümündeymiş. Bir gün Berlin'de, sevgilisi Dora ile birlikte yaşarken, gezintiye çıktığı Steglitz Parkı'nda küçük bir kız çocuğuna rastlamış. Rivayet o ki, Kafka'nın bu küçük kızla olan tanışıklığı onun hayata biraz daha asılmasını sağlamış; hemen her gün kıza kaybettiği bebeğinin akıbetini anlatan mektuplar yazmış ve okumuş.

Sözü uzatmayalım, mektuplar ortada yok. Berlin'de son günlerini geçirdiği ev didik didik aranmış aranmasına ama herhangi bir mektup bulunamamış. Kafka'nın, yazdığı hikayelerin kudretinden şüpheye düştüğünde onları, bir işe yarasınlar diye, ısınmak amacıyla yaktığı biliniyor. Kim bilir belki de Kafka, Dora'nın tüm itirazlarına rağmen küçük kıza yazdığı mektupları da yakmıştır. Mektupların, Max Brod'un Kafka'nın müsveddelerinden oluşan bavulunda da bulunamadığını düşündüğümüzde, yakılmış olduğu ihtimali daha da anlam kazanıyor.

"Kafka'nın Bebeği", Kafka'nın hayatı üzerine araştırmalar yapan Gerd Schneider'in mektuplarda neler yazdığını merak etmesiyle başlıyor.

Kitabın eleştirisine girmeyeceğim, şurada girilmişi var.