6 Nis 2012

Milan Baros


Kısa bir yazı olacak bu. Zaten Baros'un meziyetlerini tekrar tekrar anlatmaya gerek yok. Yazının meramı farklı, daha çok veda niteliğinde. Önümüzdeki sezon takımda kalmayacağı neredeyse kesinleşti. O halde, mevzuu veda ise Baros'un en iyisini hakettiğini söylemek mümkün.

Fikrim, Fatih Terim'in geldiği ilk günden beri Baros'un üzerinde iki dakikadan fazla düşünmediği yönünde. Sezon başından beri gölge gibi ortalıkta dolaşan bir Baros var, doğru. Gölge olmayan Baros'un yerlerde gezindiği de doğru. Ama Terim daha birkaç hafta öncesine kadar Sercan'a tanıdığı şansların yarısını dahi Baros'a tanımadı. Bu da doğru. "Şans tanımak"tan kastım, hocanın futbolcusuna ilk 11'de görev vermesi ya da yeterli süreyi tanıması değil. Daha çok maneviyatla ilgili bir şey. Kabul etmek gerekirse, Terim'in bu sezon yaptığı onlarca iyi iş var: Ujfalusi'ye verdiği kaptanlık ve onun barındırdığı mesaj, Servet'e attığı kesik, Semih-Emre Çolak ikilisine emanet ettiği forma, Sabri, Riera, Aydın ve hatta Ayhan'a takındığı tavır... Üstelik, bu ismini saydıklarımdan belirli ölçülerde geri dönüşler alması. Hepsi çok önemli adımlardı. Ve fakat, ne yazık ki bu adımlara benzer bir yaklaşım sergilemedi sezon başından beri Baros'a karşı. Baros da anasının gözü. Egosu o biçim, kariyeri de keza. Buna rağmen çok iyi bir sınav verdiğini söyleyebilirim. Bugün salt performans düşüklüğü sebebiyle itin namüsait bir yerine sokulan Baros, daha mühim olan bir başka sınavı başarıyla vermiştir esasında. Baros klasmanında bir adam, Necati gibi bir forvetin arkasında beklesin, son 5-10 dakika görev alsın ve bu, bir problem olarak hiçbir mecraya yansıtılmasın. Baros bu sezon yaşadığı sıkıntıların çoğunu, takımın "havasını" bozmamak pahasına bir kenara ayırmıştır. Yoksa Galatasaray dışında, anlık performansları ne olursa olsun, Necati'nin Baros'u yedek bırakabileceği bir başka takım daha yoktur.

Gelelim, "Baros hala işlevsel mi?" sorusuna. Yani bu kadar eleştirdiğimiz adam hiç mi bir şey yapmıyor? Ordu maçında Necati'nin attığı o enfes golü hatırlayalım. İşte o harika gol Baros olmasa olmayacaktı. Çift forvet avantajını kastetmiyorum. Baros'un gol öncesi iştahını, Necati'ye boş alan yaratmak için yaptığı sağlı-sollu koşuları kastediyorum. O pozisyon Baros'un "hala" fayda sağlayabileceğine dair önemli ipuçları taşıyor. Veda dedik ispata giriştik. Olsun o kadar. Baros'un hatrına çiğ tavuk yenir.


19 Mar 2012

Hakan Balta


Derbi sonrası adı tekrar geçer oldu Hakan'ın. Ondan önce büyük bir sessizlik hakimdi zira. Çoğu zaman, galibiyet serilerine imza atan, ligin bitimine haftalar kala tüm rakipleriyle arasında ciddi bir puan farkı yaratan bu takımın bir parçası değilmişçesine yaklaşılıyordu. Bir parça merhamet varsa eğer yaklaşımlarda bu sefer, "iyi takımda sırıtmıyor"a yakın bir yakıştırmayla anılıyordu. Lakin kesinlikle hakkı verilmiyordu. Artık hakkının verilmesinin zamanıdır Hakan'ın. Kötü oynarken, kendine bakmazken eleştirdik. Travmatik bir sezonun ardından kalan tek sağlam parça olması ve buna rağmen sahada elinden geleni yapması sebebiyle de hakkını teslim etmek gerekir.

Hakan'a daha yakından bakmadan evvel, bundan önceki iki sezonda ona yöneltilen eleştirilerin tümüne katıldığımı belirtmeliyim. Zira hiçbirine itiraz edilemezdi. Hakan televizyondan dahi farkedebileceğimiz bir isteksizlik sergiliyordu çoğu zaman. Pozisyon takibinde zorlanıyor, adamını kaçırıyor ve savunmada hemen hiç görev almıyordu. Taraftarın formanın hakkını vermeyen topçuyu sahiplenmemesi, onu istememesi doğal. Hakan da istenmiyordu. Fakat Rijkaard olsun Hagi olsun her şeye rağmen çoğunlukla onu tercih ettiler. O iki sezon boyunca ısrarla Hakan'ın tercih edilmesi çok kafamı karıştırmıştı. Bugün hala bu ısrarın olası sebeplerinin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Buradan varılabilecek sonuçlar aslında basit; öncelikle sıkça vurgulanan yerli sol bek kıtlığı, ardından takımların yabancı haklarını daha "önemli" bölgelerde kullanmaları. İlkine dönersek, bugün vasat ve vasat üstü addedebileceğimiz yerli sol bekler bundan iki sezon önce isimlerini henüz duyuruyorlardı. Hasan Ali ve İsmail'i kastediyorum ki ikisinin de hala Hakan'dan eksik olduklarını düşünüyorum. İkinci olarak, üzerinde fazla konuşmaya gerek duymadığım, yabancıların mevkilere göre dağılımı meselesi geliyor. Sonuç şu; evet Hakan bir yandan alternatifsizliğin kurbanı, bir yandan da bugün hala takımda olmasını bu alternatifsizliğe borçlu.

Rijkaard, Servet'in kafasıyla ayağı ile kafası arasındaki uzaklığı erkenden tespit ettiğinden Hakan'ı stoper olarak denedi uzun bir süre. O dönem Emre Aşık da Emre Güngör de bu takımın stoperiydiler. Üçü birlikte(Servet, E. Aşık, E. Güngör) kulübede otururken Hakan defansın göbeğinde yer alıyordu. Keza Hagi ve sıklıkla Skibbe Hakan'ı çok yönlü bir oyuncu olarak değerlendiriyorlardı. Skibbe'nin oyun için hamlelerinde Hakan ona hamle kolaylığı sağlayan bir unsurdu. Volkan Yaman'ı sol bekte görevlendirip Hakan'ı orta alana çektiği birçok maç vardır. Geçen sezon, Anıl Dilaver'in attığı golle kazandığımız Konya maçında, Anıl'a ceza sahasının birkaç metre gerisinden asist yapan da Hakan'dı. Ne sıklıkta olduğunu hatırlamıyorum ama Hagi'nin de Hakan'ı orta alanda kullandığı maçları biliyorum. Ez cümle, hocaların hiçbiri bizim beğenmediğimiz Hakan'ı kesemedi. Ondan başka kimseyi görevlendiremediler. Hakan bir şekilde çoğunun beklentisini karşılıyor olacaktı ki Rijkaard'lı dönemin sonları dışında hemen hemen kesintisiz süre aldı yıllardır.

Geçmişi bir kenara ayırmanın vakti geldiğinde, yeni bir başlangıcın arifesinde; özensiz, isteksiz görünen ve hatta psikolojik sorunlar yaşadığı tahmin edilen Hakan'ın da diğer arkadaşları gibi (M. Sarp, Barış, Servet ve hatta Arda) bu takımda görev alamayacağı öngörülüyordu. Fakat öyle olmadı. Önceleri, hiçbirimiz kabul etmek istemedik; Hakan'a duyulan kızgınlığı bir nebze olsun anlıyorum da, neredeyse planlı bir yok sayma çabası yürütüldü, bunu anlayamıyorum. Galatasaray'ın gördüğüm en kötü sezonundan geriye kalan neredeyse tek adam o'ydu. Sene başından beri her hafta üstüne koydu; bunu yaparken her zamanki gibi sessizdi, her zamanki gibi küfür yiyordu. Kimse inanmadı ama, Hakan sanırım eski Hakan oldu. Eski Hakan da ağırdı, eski Hakan da sık bindiremezdi, eski Hakan'ın da asla yapamayacağı, kapasitesinin elvermeyeceği birçok iş vardı. Lakin eski Hakan'ın -üzülerek söylüyorum- Türkiye'de hala çoğu futbolcunun sahip olmadığı bir oyun zekası vardı. O ağırlığına, o fiziğine rağmen hatrı sayılır bir pas yeteneği ve pas isabet oranı vardı. Kısacası, eski Hakan Türkiye'nin doldurmakta ciddi sorunlar yaşadığı sol bek mevkiinin en iyi adayıydı. Hoşumuza gitmeyebilir ama bugünkü Hakan da Türkiye'nin en iyi sol beki. Hatta yazının ilk polemiğini başlatıyorum: Hakan, ne bir sene öncesine kadar "Alves 1, Gökhan 2..." denen Gökhan Gönül'ün Hiddink'i dahi çıldırtan Corluka çalımını yer ne de geçtiğimiz hafta Fener'e attığı golde Gökhan'ın sebepsizce boş bıraktığı o alanı boş bırakır. Gökhan gibi bindiremeyeceğini hepimiz biliyoruz ama işin savunma yönünde size çok büyük bir şaşkınlık yaratmayacağını, defans hattı ve kurgusuyla her zaman için uyum içinde olacağını bilirsiniz.

Bu bir övgü yazısı değil, hak teslim etme yazısı. Ne yazık ki futbolda hızlı ve sert düşüşler yaşayan futbolcular aynı hızla ve sertlikte yükselemiyorlar. Hatta genelde bu tip düşüşlerden sonra tutunamıyorlar. Hakan çok zor birşeyi başarmak üzere. Gaziantep maçında kariyerini kurtardı, Fenerbahçe maçıyla da kariyerinin yeniden inşasına başladı adeta. Bunu başarabilmek gerçekten zordu. Şimdilik üstesinden kalkmış gibi. Bu sezon ciddi ciddi tepki vermeye, konuşmaya, takım sevinçlerine ortak olmaya başladı. Çok uzadı yazı. Hakkını teslim edelim hepsi bu. Artık "işe yaramaz" muamelesi yapmayı bırakalım, hepsi bu.

13 Mar 2012

Darren Pratley


Pratley 1985 doğumlu ve bu sezon Premier Lig'de ilk kez düzenli olarak forma giyme şansı buldu. Günümüzde, alt liglerde oynayıp 20'li yaşlardan sonra en üst klasmana transfer yapabilmek hiç kolay değil. Pratley'ninki bu yüzden büyük başarı. 26 yaşında Premier Lig takımlarından birine transfer yapıyorsun... Tamam bi önceki takımı da bugün Premier Lig'de(Swansea) yani çok farkedilemeyecek konumda değilmiş aslında. Yine de, böyle bir oyuncu nasıl olur da bu yaşına kadar Premier Lig'e sıçrayamaz sorusu akla geliyor ister istemez.

Türkçe malumat yok zaten hakkında. İngilizler de hala farkına varabilmiş değil anladığım kadarıyla. Sorun bende mi diye düşünmüyor değilim ama nasılsa çok tuttum Pratley'i. Fulham altyapısı almış, alt liglere kiralanmış, 2006-2011 arası en verimli dönemini Swansea'de yaşamış ve Bolton'a transfer olmuş.

Ez cümle, fiziği düzgün, ayağı temiz, soğukkanlı, oyun zekası yüksek, özellikle hücumda pozisyon takibi açısından başarılı bir orta alan oyuncusu Pratley. Savunma yönü zayıf ve yetenekleri kısıtlı tabii. Kalburüstü sıfatını hakediyor bence. Bolton düşse bile Pratley Premier Lig'de devam etsin.


7 Mar 2012

Alan Pardew


Geçtiğimiz hafta sonuna dek İngiltere'nin Capello'dan boşalan koltuğu için aklımdaki isim Alan Pardew'di. Daha önce konuşuldu mu, gazeteler yazdı mı bilmiyorum. Hazır Türkiye Abdullah Avcı'yı tercih etmişken, İngilizler de Pardew'ı takımın başına getirseler; belki de daha "lokal", "işinde gücünde", "sessiz sakin" ve tabii ki "başarılı" hocaların ödüllendirildiği bir döneme mi girildi diye konuşulabilirdi. Ki Avcı'yı Pardew kadar takip etmiyor ve beğenmiyorum.

Neyse, Pardew'e dönelim ve önce bu kır saçlı hocanın hakkını verelim. Peşinen söylüyorum Pardew öncesi Newcastle ve Pardew sonrası Newcastle birbiriyle alakası olmayan, iki farklı Newcastle. Kulübün renkleri kadar zıt iki takım izledik iki sene içinde. Bu farklılıktaki en büyük pay şüphesiz Pardew'ın. 11 maçlık yenilmezlik serisi, ilk 4 iddiaları... Bunlar Newcastle'ın çoktandır alışık olmadığı şeyler. Bir de işin transfer boyutu var tabii. Demba Ba'nın şu an için oynayamayacağı Premier Lig kulübü yoktur herhalde. Onu takıma kazandıran belki bizzat Pardew değildir ama bu kadar parlamasında muhakkak payı vardır. Yoksa bu arkadaşın Hoffenheim'da Ibısevic'in gölgesinden bir adım ileri gidemediği günleri de biliyoruz. Keza Cabaye ve Santon da çok önemli katkı verdiler. Yani saha içinde olduğu kadar, transferde ve oyuncu yönetiminde de başarılı bir hoca Pardew, bu yüzden övgülerim.

Pardew'ın hakkını verdiğimiz bölümden sonra, kocaman bir ama ile, geçtiğimiz hafta sonu karıştığı vukuata bakmak gerekiyor. Ben en başta Pardew'ı hocalığı ve duruşu için sevmiştim ki itiraf ediyorum geçmişini fazla bilmeden yapmıştım bunu. Yalnız anlık duruşuna bakarak değerlendirmiştim. Meğer bizimkisi hadsiz davranışlarda bulunan, efendilikten, duruştan nasibini almamış bir kaçkın imiş. Tamam Ada'nın en önemli derbilerinden birine çıkıyorsun, tamam tansiyon yükselmiş, maç gerilmiş de, o anlamsız el kol hareketleri ne oluyor be hoca? Hem de Martin O'Neill gibi bir adama karşı. Yakıştı mı hiç sana? Ben ki bu sezon Ada'da en beğendiğim hocaların başına ya seni ya Redknapp'ı yazan bir destekçinim. Destekçindim yani. Geçtiğimiz haftaya kadar. Bence sen de şimdi herkes gibisin...


17 Şub 2012

Sait Faik'in Gamatosu


Şu sıra yeniden Sait Faik Beyefendi'yi keşfe çıktım. Hoş, Sait Faik hayattayken kendisine "beyefendi" diye hitap edilmesinden hoşlanmıyordur diye düşünüyorum. Onu tarif edebilecek, sokaktan çıkma onlarca sıfat bulabiliriz ama "kibar" yakıştırmalar ona gelmez, bilakis incitir diye düşünüyorum. Bir de şunu düşünüyorum; Sait Faik elbet elimizden geçmiştir ya bu yetmemeli, belli aralıklarla dönüp yeniden okumalı.

Mevzu Sait Faik olunca ben abartıya meyil ediyorum; bana kalırsa Türk öykücülüğünün en müstesna ismidir Sait Faik. Neden derseniz, geçerli bir cevap veremeyebilirim. Ama öyledir işte. Neyse daha fazla uzatmadan, evde rastladığım, içinde röportajlarının, konuşmalarının, mektuplarının bulunduğu 'Açık Hava Oteli' isimli kitapta yer alan, ardından youtube'dan da görüntülüsünü bulduğum Orhan Kemal ile olan bir anısına getireyim lafı.

" Sisli bir kış günü, Gülhane parkının ıssız yollarında bana anlattıklarnı hatırlıyorum da...

- İstanbul, İstanbul, İstanbul... Sanıyor musun ki bu yeknesaklıktan ben de bıkmadım? Ama ne yapayım? Anadolu ve Anadolu insanına dair çok az şey biliyorum. Bilmediğim şeye burnumu sokamam ki...

Anadolu'yu eserlerinde olanca çıplaklığıyla verebilen sanatçı arkadaşları hakkında söylediği sitayişli sözleri burada tekrarlamak istemiyorum.

Bir gün de şöyle bir konuşma geçmişti aramızda:

- Ulan, demiştim, şu avareliği bırak, derlen toparlan azıcık!

Yüzüme hayretle bakmıştı: - Ne olacak?

- Ne olacağı var mı? Bir baltaya da sen sap ol!

- Mesela?

- Mesela. Ne bileyim? Bir yerlere sefiri kebir filan olabilirsin.

- Hadi ulan, dalga mı geçiyorsun?

- Niçin?

- Öyle şeylere yüksek diploma ister.

- Sende yok mu?

- Ne gezer?

- Peki şu Fransa'da tahsil, Grenoble filan?

Basmıştı kahkahasını.

- Oralara okumak için gitmedim ki ben?

- Ya?

- Gezmek, eğlenmek, bir de...

Anlatmıştı, uzun uzun anlatmıştı da kahkahalarla gülmüştük.

Hey gidi Sait hey!

Ne isterdim bilir misiniz? Kabil olsa da tekrar dirilse ve hakkında yazılanları gözden geçirse. Öyle sanıyorum ki, bu yazılardan bir kısmı için basardı gamatoyu."

(Sait Faik, Açık Hava Oteli, Sait Üzerine, aktaran: Orhan Kemal)



13 Şub 2012

Erkek ve Kel Yazarlar



"Gençliğimde 'memleketimin yazarıdır' diye kitaplarını edindiğim, biriktirdiğim, hatta okuduğum orta yaşın üzerinde pek çok yazar, son yıllarda enerjilerinin bir kısmını, benim yazdığım kitapların ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya harcadılar. Beni bu kadar önemsemelerine ilk başlarda sevinirdim. Şimdiyse kütüphanemi boşaltmak için depremden çok daha sevimli bir gerekçe bulduğum için memnunum. Böylece kütüphanemin Türk edebiyatı raflarında, elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarların kitapları hızla eksiliyor."

(Kitaplık, Mart-Nisan 2002, Sayı 40, "Bazı Kitaplardan Nasıl Kurtuldum?")


Pamuk'un kastettiği isimleri tahmin etmek pek zor değil. Benim şaşırdığım, Pamuk gibi naif, kırılgan ve saf bir yazarın onu eleştirenlere karşı takındığı tavrın gaddarlığı. Onun dışında, "kütüphane boşaltmak" hemen tüm okuyucuların ciddi bir sorunu. Pamuk, "doğustan hayatı kaymış"ları eleyerek "kütüphanesini" rahatlatmış görünüyor.

2 Şub 2012

Gölgesizler ve HAT


Bir eser, kitaptan filme aktarıldığında sıklıkla görülen filmin, kitabın önüne geçtiğidir. Bu, filmin doğası gereği mazur görülebilir. Zira film sadece ona bakmanızı bekler, takip etmesi kolaydır. Bir de izlediğinize hakim olamaz, en fazla esir olabilirsiniz. Soru soramaz, altını çizemezsiniz. Oysa bir metin okurken ona hakim olabilir, karşılıklı bir ilişki içine girebilirsiniz. Sözgelimi, metnin hoşumuza giden ya da aklımızı çelen bir kısmının altını çizeriz ya...İşte o eylem içinde şu an burada anlatamaya dilimin dönmeyeceği kadar "derin" bir eylemdir. "Özgürce", "verimli" ve hatta "interaktif" bir eylemdir. Asla televizyonun karşısında o özgürlüğü sağlayamayız. Oradaki interaktiflik tamamen bir yanılsamadan ibarettir ya neyse...

Bunca lafı "Gölgesizler" için ettim. Ümit Ünal cesaret isteyen bir işe kalkışıp, okuyucu olarak dahi hayal etmesi zor olaylar içeren bir romanı beyaz perdeye aktardı. Ama yukarıdaki tabloyla karşılaşamadık haliyle. Aksine filmin başarısızlığı, kitabı gün geçtikçe duyulur kıldı. Hatta notos'un alternatif 100 temel eser listesine girmeyi başardı (şuradan). Filmin üstünden 3 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hala çıt yok. Ümit Ünal bir film çekti ve çektiği film esin aldığı kitabın gölgesinde kalmaktan başka bir işe yaramadı. Hoş, Ümit Ünal'ın filmlerini de "çektiği filmler" ve "yazdığı filmler" olarak rahatlıkla ikiye ayırabiliriz ya, burada kalkışmayalım bu işe.

Filmin en güzel yanı, kitabın yazarına -muhakkak ki onun da rızasıyla- yer vermiş olmasıydı. 48 saniye sürse de HAT'ın oyunculuğu, en azından benim için, arşivlik niteliktedir.

1 Şub 2012

Jay Jay Spearing


Lucas'ın sakatlığı olmasa bu sene de izleyemeyebilirdik Spearing'i. Sanırım ilk kez Fulham maçında ilk 11'de başladı bu sezon. Ondan önce, çok kısa süreler almıştı. Ki Lucas da Fulham maçından bir hafta önce, Chelsea'ye karşı oynanan Carling Cup mücadelesinde sakatlanmıştı. Ocak ayı içinde o bölgeye transfer bekleniyordu. Hatta bir süre için Cheick Tiote'nin adı geçince ben de bu transferi dört gözle bekler hale gelmiştim. Nasılsa, Tiote söylentileri kısa sürede kesildi. Kenny, Spearing'de ısrar etti. Hemen kimse Lucas'ın sakatlığından önce çok süre alamadığı için yeterince tanımıyordu Spearing'i. Üstelik ilk maçına da kırmızı kartla başlamıştı. Neyse ki, ardından gelen şansı tepmedi ve Lucas'ın yokluğunda şimdilik "idare edebileceğini" gösterdi. Eminim, ilerde çok daha fazlasını yapabilecek potansiyele sahip.

Fiziği yetersiz ama mücadele gücü yüksek. "Tekmeye kafa sokan" cinsten bir ön libero. Üstelik "tekmeye kafa sokan futbolcular" klasmanının top tekniği zayıf üyeleri arasından bu özelliğiyle rahatça sıyrılabilir. Pas isabet oranı çok yüksek, ayağı yumuşak. Tek toplarının hastasıyım.

Lucas'ın yokluğunda çıkardığı en iyi maçlardan biri olan Newcastle maçında yaptıklarının kısa bir özeti aşağıda.


Mira


Ölümünden kısa süre önce, kendi ayakları üzerinde durmaya karar verdiğinden belki de, hayatını Berlin'de geçirmeye karar vermiş Kafka. Çok sevdiği kız kardeşlerini yalnız bıraktığına üzülse de, yıllarca baba baskısı altında yaşayan Kafka için Berlin, özgürce bir yaşamın kapılarını aralayan bir kent görünümündeymiş. Bir gün Berlin'de, sevgilisi Dora ile birlikte yaşarken, gezintiye çıktığı Steglitz Parkı'nda küçük bir kız çocuğuna rastlamış. Rivayet o ki, Kafka'nın bu küçük kızla olan tanışıklığı onun hayata biraz daha asılmasını sağlamış; hemen her gün kıza kaybettiği bebeğinin akıbetini anlatan mektuplar yazmış ve okumuş.

Sözü uzatmayalım, mektuplar ortada yok. Berlin'de son günlerini geçirdiği ev didik didik aranmış aranmasına ama herhangi bir mektup bulunamamış. Kafka'nın, yazdığı hikayelerin kudretinden şüpheye düştüğünde onları, bir işe yarasınlar diye, ısınmak amacıyla yaktığı biliniyor. Kim bilir belki de Kafka, Dora'nın tüm itirazlarına rağmen küçük kıza yazdığı mektupları da yakmıştır. Mektupların, Max Brod'un Kafka'nın müsveddelerinden oluşan bavulunda da bulunamadığını düşündüğümüzde, yakılmış olduğu ihtimali daha da anlam kazanıyor.

"Kafka'nın Bebeği", Kafka'nın hayatı üzerine araştırmalar yapan Gerd Schneider'in mektuplarda neler yazdığını merak etmesiyle başlıyor.

Kitabın eleştirisine girmeyeceğim, şurada girilmişi var.

22 Ara 2011

2011'in En İyi Çalışan 10 Yayınevi

Yeni yıla girmeden nasıl bir liste yapayım da ortalığı sallayayım, diye düşünmedim tabii. Aklıma bir çırpıda bu geldi, vakit olursa, geride bıraktığımız sene içinde okuduğum, izlediğim şeylerin ufak bir dökümünü de yapmak istiyorum. Lakin şimdi 2011'in iyi çalışan yayınevlerinden söz etmek istiyorum. Sıralamanın tamamen şahsi gözlemler sonucunda oluştuğunu da eklemeden geçemiyorum.

10- Sayfa6 Yayınları: Bildiğim kadarıyla İnkilap Kitabevi 'nin bünyesinde bir yayınevi Sayfa6. En fazla iki senelik geçmişleri var yayın dünyasında. Benim dikkatimi ilk olarak, idefix'in hazırladığı 2011 listesinde de ilk 100'de yer alan, Beatrice & Virgil (Yann Martel) ile çektiler. Zaten Yann Martel'in türkçedeki ilk kitabı Pi'nin Yaşamı 'nı da İnkilap yayımlamıştı. Sanırım Sayfa6, İnkilap için fazla "renkli" kitapların basımını üstlenecek. Şimdiye kadar bastıkları kitaplardan anladığım, genç okurlara yönelik, genç yazarların kaleminden çıkmış, aksiyonu bol hikayeler üzerinde duruyorlar. Pazara da çok hızlı girdiklerini belirtmek gerek. Hem sayıca fazla kitap bastılar hem de önemli kitaplar vardı bastıklarının içinde. Yayımladıkları kitaplardan ilk bakışta dikkat çekenler ise şunlar, Bir İtalyan Masalı (Laurie Fabiano), Şiddet (Dean Koontz) ve Sevgili Katil (Belinda Bauer). Dahanu Yolu (Anosh İrani) ve Beatrice & Virgil (Yann Martel) ise bu sene yaptıkları en iyi işlerden.

9- April Yayıncılık: Bestseller romanların yayınevi görünümünde olsa da April'in hakkını vermek gerekir. İlla bestseller okunacaksa April'inkiler tercih edilebilir sözgelimi. Benim April'e yaklaşımım özetle bu minvaldedir. Bunun dışında, durmadan çalışıyorlar, çok kitap basıyorlar ve en önemlisi "iyi bestseller"lar yayımlıyorlar. Mesela, Kurt Vonnegut'un Ölümlüler Uyurken ve Gece Ana adlı romanları buna iyi örneklerden. Ayrıca J.D Salinger'ın mektup aşkı olarak bilinen Joyce Maynard'ın Çilek Kızlar, idefix'in hazırlamış olduğu listede ilk 100 içerisinde gösterilen Melida Tüzünoğlu'nun Ambulansla Dünya Turu ve "kaderini kendin çiz" temalı, şahsen hiç haz etmedğim ama çok yoğun ilgi gören, Heather McElhatton'ın Şahane Hatalar isimli romanı yoğun ilgi gören romanlardan oldular. Benim için ise April 'in 2011'de yaptığı en iyi iş Jodi Picoult'nun Ev Kuralları idi.

not: Şurada April, Murat Menteş ve Alper Canıgüz aynı cümlenin içinde geçiyor. Sanırım birkaç afili filintanın bundan sonraki romanları April' den yayımlanacak.

8- Domingo Yayınevi: Domingo hakkında sözü fazla uzatmamak lazım. Bildiğim kadarıyla yeni bir yayınevi. Şu Steve Jobs biyografisi dışındaki hemen her kitabı okunur. Bu kadar iddialıyım. Koltuk (Benjamin Pazzybok), Boksör Böcek (Ned Beauman) ve yılın son günlerine doğru çıkan Yatak (David Whitehouse)... Özellikle Yatak'ın üzerinde çok durulduğunu belirtmek gerek. Geçtiğimiz senelerden Domingo önerileri ise Aşk ve Gurur ve Zombiler (Seth Grahame - Smith) ve Film Kulübü (David Gilmour)...

7- Kırmızı Kedi Yayınları: Haydar Ergülen ve İlknur Özdemir'in yönetiminde diye biliyorum Kırmızı Kedi. Yanlışım varsa düzeltin. Neyse, 2008'de kuruldular. İlk 1-2 sene ağır aksak ilerleseler de 2010'dan itibaren çok önemli işler yapmaya başladılar. Gelecek senelerde bu listenin çok daha üst sıralarında yer alacaklardır. Yılın son günlerine doğru, kurgusuyla ön plana çıkan Kafka'nın Bebeği (Gerd Schneider) adlı romanla, tüm dikkatimi çekmeyi başardılar. Bunun dışında, en iyi 100 listesinde bulunan Mino'nun Siyah Gülü (Hüsnü Arkan), Kabil (Jose Saramago), Genç Bir Romancının İtirafları (Umberto Eco), Taş Uykusu (Aslı Tohumcu) gibi önemli kitaplar yayımladılar. Ayrıca, Beş Parasızdım Ve Kadın Çok Güzeldi (Derviş Şentekin) gibi bir ilk kitabı basmakta beis görmemeleri, yeni yazarlara verdikleri önemi göstermesi açısından önemliydi. Lakin söz konusu kitap pek başarılı değildi, o ayrı mevzu.

6- Can Yayınları: Can, Can Öz'e rağmen bu listede. Kendisiyle husumetimiz devam etse de geçtiğimiz sene de önemli kitaplar basmaya devam ettiler. Tabii ellerindeki imkan düşünüldüğünde fazla bir iş yapmadıkları görülüyor. Fakat özellikle öykücülükte en üst noktadalar, onu kabul etmek gerekir. Öykü demişken, son günlerde çok önemli öykücülerin kitaplarını yayımladılar. Bunlardan birkaçı, Sükut Ayyuka Çıkar (Yücel Balku), Tır Kamyonları (Yiğit Okur), Ekmek ve Zeytin (Ahmet Büke) ve Lataros Değirmeni'nde Üç Dakika (Hasan Özkılıç). Bunun yanı sıra, yeni bir korku-gerilim dizisi başlattılar ama henüz o alana giremedim. Yabancı dilde romanlarda ve klasiklerde de bir kaç önemli iş yaptılar, belirtmeden geçmeyelim, 2003 Nobel Ödülü sahibi Coetzee'nin otobiyografik nitelikli romanı Taşra Hayatından Manzaralar'ı, Daniel Defoe'nin Moll Flanders'ı ve Jack London'ın Katıksız Sevgi'si dikkat çekenler arasında yer alıyor.

5- Doğan Kitap: Sahip oldukları imkanları düşününce, yaptıkları az bile. Yine de yayın dünyasındaki yerleri çok önemli. Sözgelimi Mavi Tilki (Sijon) gibi bir kitapla tanıştırdılar bizi. Bol ödüllü Bulut Atlası (David Mitchell) da bunlardan biri. Başka Dillerin Şarkısı (Karin Karakaşlı), Bulut Bulut Üstüne (Ethem Baran) ve Ayetên Li Can Nivîsandî (Yavuz Ekinci - Türkçesi: Tene Yazılan Ayetler) gibi yayıncılık açısından cesaret gerektiren işlere imza attılar. Alıcısı olmayan kitapları basabilme lüksüne sahip Doğan. Her şeye rağmen bunları basması güzel tabii. Nedim Gürsel, Zülfü Livaneli, Tuna Kiremitçi, Elif Şafak ve Hakan Günday gibi çok satan yazarların kitapları da yine bildiğimiz üzere Doğan'dan basıldı. Burada aslında İskender'e (Elif Şafak) ayrı bir parantez açmak gerekir...Ama biz açmayalım, devam edelim.

4- İletişim Yayınları: Okuyucuları yeni yazarlarla tanıştırma konusunda birincilik İletişim 'in sanırım. Barış Bıçakçı, Hakan Bıçakçı, Sezgin Kaymaz, Emrah Serbes ve daha birçoğunu İletişim veya Tanıl Bora sayesinde tanıdık. Bu sene de hız kesmeden devam ettiler basıma. Karanlık Oda (Hakan Bıçakçı), Sinek Isırıklarının Müellifi (Barış Bıçakçı), Öfkenin Şenliği (Jaklin Çelik) ve Yolgeçen Hanı (Pınar Selek) bu sene bastıkları önemli kitaplardan birkaçı. Ayrıca Sevgi Soysal dizisine ait kitapları 2011 yılı içinde yeniden bastıklarını ekleyelim. Bunun dışında, klasiklerde de çok hareketliydiler. Beyaz Diş (Jack London), Beş Paralık Roman (Bertolt Brecht) ve özellikle başarılı oldukları Rus Klasikleri'nde yayımladıkları Yüzbaşının Kızı (Aleksandr Puşkin) ve Yamaç (Ivan Gonçarov)... Klasik alanında İletişim - belki de editörleri Orhan Pamuk olduğundan- nedense hep bir adım önde gibi geliyor.

3- Metis Yayınları: Tehdit Mektupları (Aslı Biçen), Şairin Romanı (Murathan Mungan), Son Adım (Ayhan Geçgin) ve Bazuka (Murat Uyurkulak), Metis'in "ne iyi yaptı da yayımladı"sının türkçe ayağını oluşturuyor. Zaten idefix'in listesinde, Şairin Romanı da, Son Adım da, Tehdit Mektupları da kendine üst sıralarda yer bulmuş. Tez zamanda, Tehdit Mektupları (farklı kurgusuyla anılıyor) ve Son Adım'a dalmak lazım. Türkçe dışında, Temize Havale (Juli Zeh), Mobius Dick (Andrew Crumey) gibi yabancı romanlar bir çırpıda göze batanlar. Kısacası, Metis özellikle türkçe alanında rakiplerinden bir adım daha öne çıkmış 2011 senesi içerisinde.

2- Ayrıntı Yayınları: Roman ve öykü eksenli bir sıralama olacağından, mümkün olduğunca inceleme üst başlığı altındaki kitapları es geçmeye çalıştım. Lakin kimi sıra dışı çalışmalara da elimden geldiğince değinmek istiyorum. Bu girizgah Ayrıntı'nın "ağır kitaplar" dışında da çok iyi işler yaptığını belirtmek içindi. Akhisar Düşerken (Mahmut Şenol), Arıza Babaların Çatlak Kızları (Ayten Kaya Görgün), Bir Zamanlar Bakırköy (Tahir Musa Ceylan), Kuzeye Göç Mevsimi (Tayeb Salih) gibi ilginç kitaplar yayımladılar. Burada özellikle Akhisar Düşerken'e ayrı bir parantez açalım. Roman yine idefix'in listesinde, geçtiğimiz yılın en iyi 100 romanı arasında gösteriliyor. Buna rağmen Yeraltı Edebiyatı kısmında aynı hareketliliği göremedim. Gözümden kaçan önemli bir roman olmuşsa affola. Bunun dışında roman dışı övgü hakkımı Tanrısız Ahlak (Walter Sinnot Armstrong) adlı eser için kullanıyorum.

1- Sel Yayıncılık: Şüphesiz, geride bıraktığımız senenin en verimli yayınevi Sel Yayıncılık idi. Özellikle yılın ikinci yarısından itibaren çok önemli kitaplar yayımladılar. Çok fazla yeni eser bastılar. Üstelik yenilerin hepsi çok önemliydi. Kısacası bastığı her kitap yerini buldu denilebilir. Türkçe alanında bir çırpıda, Karahindiba (Sinan Sülün) ve Jar (Kemal Varol) aklıma gelenler. İkisinin ortak özelliği, yazarlarının ilk kitapları olmaları. Sel'e yeni yazarları açığa çıkarma hususundaki hassasiyetleri için teşekkür etmek gerekir. Yine türkçe romanda, Selçuk Altun'un Bizans Sultanı adlı romanı basılır basılmaz çok önemli övgülere mazhar oldu. Ayrıca, İntihar Dükkanı (Jean Teule), Benim Eğitimim / Bir Rüyalar Kitabı (William Burroughs) ve yine William Burroughs'a ait Nova Ekspresi gibi kitaplarla yabancı dilde romanlarda da iyi işler yaptılar. Dahası, yılın sonuna doğru Orgazmın Tarihi (Robert Muchembled) gibi fevkalede değerli bir incelemeyi türkçeye kazandırdılar ki bu onları birinci yapan en önemli detaylardan biri.

16 Ara 2011

David O'Leary & Martin O'Neill

"Because of where I was brought up and the type of background in Ireland, where you were Celtic or Rangers, I was a big Celtic fan."

"But in England, when everyone was choosing their side, mine was always Sunderland. They're my old team. I supported them as a kid and Charlie Hurley was my hero."



Benim için İrlanda adasının iki parçasını David O'Leary ile Martin O'Neill temsil ediyorlar. Britanya'ya girersek, oradan çıkamayız tabii. Yukarıdan Kenny Dalglish, David Moyes ve Alex Ferguson'la başlar, Alan Pardew ve Ian Holloway gibi isimlerle devam eder "güzel" menajerler. Muhakkak izlemediğim, ismini unuttuklarım vardır ya, bir çırpıda aklıma gelenler bunlar. İlle de güzelliği aç denirse, her biri nev-i şahsına münhasırdır, der geçerim. Lakin kimilerine yetmez; çünkü sevgini açıklayamayınca (o nasıl olacaksa) iflah olmaz bir romantik oluyorsun. O etiket üstümüze yapışalı çok oldu, dolayısıyla önemsemenin pek manası yok.


Neyse, David O'Leary diyorduk...En son Jaja'nın da formasını giydiği Al-Ahli'de görüldü. Aston Villa'daki görevini Martin O'Neill'e bıraktıktan sonra Premier Lig'e uğramadı. 2006'dan, Al-Ahli'nin başına geçtiği 2010'a kadar geçen sürede hiçbir şey yok kariyerinde. Bu biraz olsun düşündürücü. Belli ki bir süre kendini "nadasa bırakmış", ardından bilmediği bir maceraya girmiş, sonuç alışıldığı üzere hüsran olmuş. Dileyelim, çok geçmeden bir Premier Lig takımı yönetme şansına kavuşsun, bugünlerden bakıldığında rüya gibi hatırlanan Leeds'e benzer bir takım daha yaratsın.


Martin O'Neill ise O'Leary'nin aksine yüzünü hiç özletmedi. Ama eskitmedi de. Hep doğru işler yaptı. Şimdilerde, çocukluğundan beri desteklediği Sunderland'i yönetiyor. Henüz 1 maça çıktı takımıyla ve serüveninin hiç de sıradan olmayacağı daha ilk maçtan belli oldu. Blackburn'e karşı uzun süre 0-1 yenik götürdüğü karşılaşmayı son 10 dakikada gelen gollerle 2-1 kazanmasını bildi ve taraftarlara heyecanlı bir merhaba demiş oldu. Gözlüklü, eşofmanlı, tutkulu bir adam... Ha bu arada, işi bu kez hiç kolay değil, Sunderland düşme hattının hemen yukarısında ve şimdiye kadar yalnızca 3 galibiyet alabildi. Yine de kadrosunun ortalamanın biraz üstünde olduğunu belirtelim. Çocukken desteklenen takıma teknik direktör olarak "dönmenin" güzelliğini Mustafa Denizli'nin gözlerinden okumuştuk. Üstelik, ne O'Neill ne de Denizli, futbolculuk dönemlerinde destekledikleri bu takımlarda görev alamadılar. Bu muhakkak ki, O'Neill'i daha fazla kamçılayacaktır. Pazar günü, Tottenham deplasmanıyla işe başlasa hiç fena olmaz hakikaten.

6 Ara 2011

Sarı Fare


Yukarıdaki başlık akıllara bir an için Torres'i getirebilir ama ben onu uzun süredir Lucas için kullanıyorum. Sissoko, Xabi, Mascherano derken 2009-2010 sezonundan itibaren formayı sırtından çıkaarmadı. Önce Rafa, şimdi Dalglish. İkisi de ısrar ettiler onda. Sonuç ortada. İki senedir Liverpool orta sahasının her şeyi, futbol içi tabirle "takımın kalbi".

Topla olan hasbihali zaten çok ileri boyutlarda, bunu amcası Leivinha'nın mirasına bağlayalım. Lakin, defansif anlamda gösterdiği gelişim hakettiği ilgiyi görmedi futbol severler tarafından, o da ilginç. İsmi ve cisminin, oynadığı topun gösterişten uzak, daha işlevsel olmasına bağlıyorum. Başka neye bağlayabilirim ki? Yoksa, bu adam, bugün en üst düzey orta alan topçularından ikisi olan Fabregas'ı da, Yaya Toure'yi de tek kelimeyle bitiren adam. Övgü değil de, hakkı dahi verilmiyor kimi zaman.

Ez cümle, oyun bilgisi, top tekniği, pas isabet oranı üst düzey; pozisyon bilgisi ve top kapma yeteneği ise giderek gelişmekte olan güzide bir oyuncumuzdur Lucas Leiva.

not: Lukız da tıpkı Dunga, Elano, Fabio Aurelio ve daha nice Brezilyalı gibi İtalyan kökenliymiş.

30 Eki 2011

EPL 10. Hafta West Bromwich Albion: 0 Liverpool: 2


Bugün, en azından benim için, en verimli, kapasitesi en yüksek Liverpool merkezde Lucas-Adam-Gerrard üçlüsünün yer aldığı, ileri üçlüde ise uzak forvetlerle hücum bölgesinde asimetrinin ve akışkanlığın hakim olduğu bir yapıda ortaya çıkıyor. Carroll'ı tercih etmememin temel sebebi de bu. Aslında benim bu yazdıklarım Kenny'nin geldiği günden beri yaptıklarından farklı bir şey değil. İlk günden beri yerleştirmeye çalıştığı felsefenin pasa ve harekete dayalı atak bir futbol anlayışı olduğu bir çok yerde yazıldı. Yani, Kenny zaman zaman -bence en uygun olan- 4-3-3'ü terk ederek 4-4-2'ye dönse de -ki bu tercih değişikliğini nispeten zayıf rakiplere karşı daha sık uyguladığını biliyoruz- diziliş farklılıkları oyun felsefesine dair ciddi bir değişimi içinde barındırmıyor. Oynanan oyunun sene başından beri az çok aynı kalıplarda olduğunu söyleyebiliriz - Tottenham maçı bana kalırsa sezonun sonuna kadar bir daha yaşanmayacak bir hezimet olarak ayrı tutulmalı-. O zaman, sistem ve dizilişlerin çeşitli oyun anlayışlarına yönelik belirli kısıtlamalar veya imkanlar içerdiği gerçeğini de unutmadan, Kenny'nin Liverpool'unun ilk günkü planlarına sadakatle bağlı kaldığını söyleyebiliriz.

Bu uzun girizgah biraz da Carroll'ın saha içi varlığına ve 4-4-2'nin geçici bir durak olduğuna dair iyimser bir açıklama yapmak niyetiyle yazıldı. Evet, takımda ciddi bir sıkıntı yok, acil çözüm gerektiren problemler vs. yok. Lakin, çok ciddi bir ışık da yok. Geçtiğimiz sezonun sonlarında yakalanan renkli futbola bu sezon hiç bir maçta ulaşılamadı. Bu şart değil elbette ama ileriye yönelik beklentileri renkli ve tempolu bir futbol her zaman canlı tutabilir. Burada daha önce sürekli takımın daha iyiye gideceğini yazdım, mevcut oyun anlayışı ve mavcut çabalar bunu doğrular nitelikte. Takımdaki herkes iyi niyetle çalışıyor ve morallerin bozulması için hiç bir gerekçe yok henüz. Öyleyse, esas sorunun "iyi"nin kendisine dair bir sorun olduğunu söyleyebiliriz.

Birbirine tezat olarak görülebilecek bu iki bölüm aslında Liverpool'un ne kadar iyi olmayı hedeflediği sorusu cevaplandığında anlamını bulabilir. Mesele Liverpool'un toparlanması ise sanırım bu mesele çözülmek üzere. Lakin mesele daha iyiye ulaşmak ise en azından bir sezon daha beklemek gerekecektir diye düşünüyorum.

Tüm bunların dışında, hiç bir problem yaşamadan geçilen maça dair notlara dönecek olursak:

* Savunmada yine sıfır hatayla onadı Liverpool. Geçen hafta Reina'nın yaptığı fahiş hatayı saymazsak, savunma uzun süredir hatasız oynuyor. Bu Liverpool adına en önemli artı. Üstelik savunmanın esas parçası Carragher yokken böyle bir performansa ulaşılması çok daha önemliydi.

* Adam Liverpool'un gelecek senelerdeki en önemli parçası olabilir. Yeteneği ve takıma kattıkları tartışılmaz. Kimi zaman gereksiz sertlikte müdahaleler yapsa da hırsını kontrol edebildiği zaman hem hücum hem savunma anlamında takımın gizli yıldızı olabilme potansiyeline sahip gözüküyor.

* Yeni transferler hakkında her hafta olumlu sözler ediyorum ama Doning ve Henderson'ın isteneni veremediği açık. Özellikle Downing takımda ritmini bulamayan belki de tek oyuncu. Toplu hücum organizasyonlarında yer al(a)mıyor, takımdan daha ayrık bir görüntü veriyor.

* Carroll'ın golü ve Suarez'e yarattığı boşluklar sevindirici ama Carroll'ın varlığı tüm bunlardan daha fazlasını konuşmamızı zorunlu kılıyor.

* Lucas'ın kazandığı olgunluk takım adına çok önemli. Xabi Alonso'ya hasret kalan bendeniz ilk kez onu aramama noktasına geldim sanırım.

* Gerrard maç öncesi yapılan anrenmanda sakatlanıp ilk 11'de çıkma şansını yitirmişti. Yukarıda bahsettiğim gibi , Lucas-Adam-Gerrard üçlüsü ideal üçlüyü anlatıyor şu an için. Gerrard ne kadar erken dönerse takım o kadar çabuk yükselir.

* Son sözü Kenny'e ufak bir eleştiri ile yapalım. Mevcut yedek kulübesi kesinlikle yetersiz ama buna rağmen kulübeyi görmezden gelmekten vazgeçmeli ve yedekleri oyuna daha çok dahil etmeli.

22 Eki 2011

EPL 9. Hafta Liverpool: 1 Norwich City: 1



Norwich'in bu sene gösterdiği direnç takdire şayan. Kalede Ruddy, Tottenham'dan tanıdığımız Naughton, meziyetli Pilkington ve uzun yıllar alt liglerin yıldızı olmuş Holt, Norwich'in ligde kalma hayalleri kurmasına yardımcı olan oyuncu ekibini oluşturuyorlar. Hayal dedik ama, şu an lig tablosundaki yerine baktığımızda Norwich'in ligde kalacağını varsaymak hiç de abartılı bir eylem olmayacaktır. Deplasmanda puan alabilen, çok gol atamasa da çok gol yemeyen, sıkı bir takım olmuş Kanaryalar.

Liverpool'a geldiğimizde, ilk 4'e uzanan bir patika yaratabilmesi açısından önemli bir maçtı. Lakin hataların ve beceriksizliklerin damga vurduğu bir maç oldu. Her zamanki gibi uzatmadan maçın notlarına geçelim.

* Geçen haftadan farklı olarak maça klasik 4-4-2 formasyonuyla başladı Liverpool. Yine Carroll yedekteydi, Kuyt Suarez'in yanında forveti ikiliyordu. Sanırım ilk kez, Bellamy ilk 11'de başlamıştı. Bir de Glen Johnson, Kelly'nin yerini almış, bu sezon ilk kez forma giyiyordu.

* İlk haftadan beri Liverpool adına artıları konuşurken hem bireysel hem de takım savunması anlamında ciddi bir düzeyin yakalandığından söz ediyorduk. Bugün de, ilk yarı hiç pozisyon vermeden oynamayı başarmış olsa da, ikinci yarı önce basit bir hata yaptı ardından çoğunluğu yorgunluktan kaynaklanan bir çok pozisyon verdi.

* Lucas'ın yokluğu bu maç için belirleyiciydi. Onu ikame edecek defansif görevli bir orta alan oyuncusuyla çıkmak yerine, aynı hizada yer tutan Gerrard ve Adam ikilisine yer verdi orta sahada Kenny. İkili pas trafiğinde başarılı olsalar da 90 dakikalık tempoyu kaldırmakta zorlandılar. Özellikle Gerrard oyunun son bölümlerine doğru, insiyatif almasını beklediğim halde oyundan düştü.

* Görmezden gelinmemesi gereken bir gerçek var: Downing ve Henderson hala beklenen düzeyde değiller. İkisi için de bir yükseliş söz konusu tabii ama bundan daha fazlasını beklemek hakkımız sanırım. Derhal oyuna ağırlıklarını koymaları gerekiyor.

* Carroll'sız daha akışkan, savunmayı daha çok zorlayan bir hücum hattı oluşturulabilir dedik ancak bugün ileri uçta Suarez'i asiste etme görevini üstlenen Kuyt ne yazık ki sınıfta kaldı.

* Konu Carroll'a gelince, son dakikadaki kafa vuruşu gol olsaydı da ona bakışım değişmeyecekti ancak çok iyi bir gol atmış olacaktı tabii ki. Boyuna uygun olmayan bir toptu. Buna rağmen iyi pozisyon aldı ve iyi vurdu. Buna benzer olumlu işler yapacaktır, yapsın zaten.

* Enrique ve Suarez şimdilik takımın en iyileri. Hep böyle devam etsinler.

15 Eki 2011

EPL 8. Hafta Liverpool: 1 Manchester United: 1


Anfield'daki son üç maçı kazanmıştık Manu'ya karşı. Dördünce galibiyete de yaklaştık ama başaramadık. Maç öncesi düşüncem, King Kenny'nin Carroll'lı kadro ile sahaya çıkacağı yönündeydi. Klasik 4-4-2 bekliyordum yani. Lakin maçın anahtarı orta sahayı kalabalık tutan takımın elinde olacaktı, ki çoğu büyük maç için bu genel geçer bir kuraldır. King'in de aklı bizimkiyle aynı çalışmış ki saya 5'li bir orta saha ile çıkmıştı. Downing-Lucas-Adam-Gerrard-Kuyt gereken dinamizmi ve üretkenliği gösterebilecek kapasitedeydiler. Fakat Gerrard ve zaman zaman Kuyt dışında orta alanda pek bir varlık gösteremedik. Neyse, derdimizi her zamanki gibi kısa kısa notlarla anlatmaya çalışalım.

* Maça kötü başladık. Uzun bir süre de öyle gitti zaten. Pas hataları, topla çıkarken yapılan hatalar, oyuna Manu'nun gerisinde başlamamıza sebep oldu. Yine de çok önemli bir pozisyon vermedik, yaklaşık 25. dakikadan sonra da oyuna ortak olmaya, rakip kaleye gitmeye başladık.

* Orta sahadaki üstünlüğümüz (sayısal üstünlükten bahsediyorum) Ferguson'ın da orta alanda 5 oyuncu görevlendirmesi ile işe yaramaz hale geldi. Üstelik Ferguson, Anderson, Nani, Valencia gibi isimleri yedek oturtup, stoper meziyetleri ile bilinen Jones, Fletcher ve Park'ı orta alana yerleştirince Liverpool'u oynatmamaya kurulu bir düzenle sahaya çıkmış oluyordu. Şüphesiz bu oyuncu tercihleri daha rahat hücum etmemizi engelledi.

* Yediğimiz saçma gole rağmen, savunma hala iyi görünümde. Neredeyse sıfır hata. Skrtel'a dair endişelerim en azından bu maçlık yersiz çıktı. Gayet iyiydi bugün Slovak. Kelly ise bir başka parlayan isimdi. Çoğu pozisyonda Giggs ile bire bir oynamasına rağmen ezilmedi, bilakis çoğu zaman başarılı çıktı mücadelelerden. Kelly Liverpool için önemli bir kazanç olabilir.

* Smalling sağ bek oynamaya alıştı tabii ama ben yine de Downing ve Enrique'nin daha fazla zorlamasını beklerdim o koridoru. Bu anlamda, Downing de Enrique de beklentilerimin altında kaldı diyebilirim.

* Gerrard'ın dönüşüyle her şey daha güzel olacak diyordum Gerrard da bu sözümü doğrularcasına oynamaya başladı ilk 90 dakikasından itibaren. Lucas ve Adam'ın ikilisiyle merkezde oynamaya alıştıkça daha da artacaktır katkısı. Akıl dolu frikik golüne ise ancak şapka çıkarılır.

* Lucas önümüzdeki maç cezalı duruma düştü. Bu tehlikenin altını geçen hafta çizmiştim. Lucas'ı ikame edebilecek biri daha yok kadroda. Bu maç, Lucas çıkınca Gerrard biraz daha geriye çekildi ama biliyoruz ki Gerrard o bölgede oynamayalı yıllar oldu. Bir sonraki maç (sanırım Norwich) bakalım nasıl bir yerleşim ve oyuncu tercihinde bulunacak Kenny. Benim önerim Adam'ın bir adım geride olduğu Henderson-Gerrard üçlüsü. Zira Henderson yedekten soyunduğu maçlarda önemli katkılar vermeye başladı.

* Son söz Luis Suarez için. Hala aynı hırs ve tempoyla oynamaya devam ediyor. Bu performansını bütün sezona yayacağından hiç şüphem yok. Bugün Ferdinand karşısında ilk yarım saat zorlansa da altından kalkmasını bildi ve takımı bir çok pozisyona soktu.

Evimizde 3 maçtır yendiğimiz ezeli rakibi 4. kez yenememek üzüntü verici tabii ama henüz takım olma yoluna girmiş bir takım için Manchester United'ı elinden kaçırmış olmak da umut verici.

5 Eki 2011

Paco Ignacio Taibo II - Havada Bulut



"Kendimiz için üzülmek zaten bizde aile geleneği."



Önce şuraya, güzel bir yazıya paslayalım sizi. Doğrudan Huzursuz Ölüler ile ilgili olsa da, Taibo ve romanları hakkında kısa da olsa önemli bilgiler edinilebilir.

Şimdiki kitabımızda ise demokratik dedektif Hector Belascoaran meğer ölmüş de dirilmiş, Havada Bulut'ta yeni bir maceraya atılırken çıkıyor karşımıza.

Paco Ignacio'yu Nam-ı Diğer Che'den biliyordum yalnız. O da bir vitrin mesafesinden. Açıp bakmışlığım yoktur. Sonraları, outlawish'in tavsiyesiyle, geç de olsa bir kaç romanını edinebildim. Sırada, Huzursuz Ölüler var ki hikayenin aslını yukarıdaki linke bakarak ya da biraz araştırarak bulabilirsiniz. Kısaca, Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos'tan gelen bir teklif ile ikilinin pek tabii yine bir siyasi polisiyede bir araya gelişi... Yani, Demokratik dedektif Hector Belascoaran ile bizzat Subcomandante Marcos tarafından yaratılan Elias Contreras'ın hikayesi.

Havada Bulut, Hector'un kız kardeşi tarafından Mexico City'de içine çekildiği bir başka bir macera. Taibo kendini de katmış romana, bunu hep yapıyor mu okudukça öğreneceğim. 68'in Taibo için ayrı bir önemi olduğu belli. Tüm karakterlerin yolu 68'in politik atmosferinden geçiyor bir şekilde. Ve Taibo polisiye yazsa da, karanlık adamlarla mücadele etse de, suçluyu en başından beri biliyor. Kahramanı Hector'un içine kapanıklığı, kimi zaman hüznü de bu yüzden. Olanlardan bir bütün olarak sistemin sorumlu olduğunu bilip de bir şey yapamamanın çaresizliği.

2 Eki 2011

EPL 7. Hafta Everton:0 Liverpool: 2


Tottenham mağlubiyetinin ardından şikayetler iki noktada toplanıyordu Kenny Dalglish adına; birincisi rotasyona daha sık başvurması yönündeki eleştiriler iken, ikincisi King Kenny'nin Carroll ısrarını gözden geçirmesi gerektiğine dair itirazlar idi. Şahsen iki görüşü de paylaşıyorum. Bugün gelinen noktada, King rotasyona mecburiyetten de olsa başvuruyor gibi gözüküyor. Ancak Carroll ısrarında bir değişme yok, üstelik Carroll'un attığı gol ısrarını haklı gösterebilecek nitelikte. Tüm bunların yanında, bir an için King Kenny'nin yerine kendimizi koyduğumuzda, onun işinin hiç de kolay olmadığını anlayabiliriz. Çünkü neresinden bakarsanız bakın, elinizde 40 milyon poundluk bir adam var. Yedek kalması tüm bu paranın karşılığının alınamaması demek. Fakat ben yine de Carroll'a karşı pozisyon alıyorum, çünkü oyun tarzı, oyun anlayışı bana göre hızlı hücum yapısını benimseye çalışan takımlar için uygun değil.

Sözü fazla uzatmadan, olumlu-olumsuz işlere değinelim kısa kısa:

* King takımın başına geldiğinden beri çok önemli işler yapıyor. Bu işlerin başında, Cole, Jovanovic, Poulsen, Konchesky gibi yararsız oyuncuların üstüne çizik atmak geliyor. Böylelikle takım kadrosundaki şişkinliği ortadan kaldırdı ve maksimum verim alabileceği 18-19 kişilik bir ekip kurdu. Kadroda şu an itibariyle 25 oyuncu gözükse de fazla süre alamayacaklarını düşündüğümüz 2 kaleci (Doni, Jones) ve Flanagan, Robinson ve Wilson gibi gençleri çıkardığımızda ortaya 20 kişilik bir ekip çıkıyor. Bunu faydalı olarak görüyorum, belli süreler vermek durumunda olduğun 25 kişilik bir kadrodansa herkesin en kötü 2-3 maçta bir oynayabileceği 19-20 kişilk bir kadro daha mantıklı gözüküyor.

* Kadro verimli ama dar olunca rotasyona gidilmediği takdirde oyunculardan alınan verim düşebiliyor tabii. Bunun en önemli örneği Henderson'dı. İlk maçtan beri ilk 11 oynayan Henderson nihayet Gerrard'ın da katılımıyla yedek kulübesinde oturmaya başladı. Önümüzdeki dönemde King Kenny, Gerrard tam anlamıyla iyileşene kadar Henderson, Gerrard, Kuyt, Bellamy ve hatta Maxi'yi değişmeli olarak kullanmak zorunda. Sanırım o da bunun farkında. Everton maçında Henderson'ı yedek başlatması ve ardından Gerrard ile birlikte oyuna alması bunu anladığını ortaya koyuyor.

* Sahanın içindekilere gelirsek, oyunun tamamına yakını Liverpool hakimiyeti ile geçti diyebiliriz. Ancak bunda Everton'ın erkenden tatmin edici olmayan bir kararla 10 kişi kalması da etkiliydi. Yine de penaltı kaçırmasına rağmen oyundan kopmayan, hücum yapmakta ısrar eden bir takım izlemek güzeldi.

* Downing ve Adam'ın form tutmaya başladıklarını belirtmiştik. Bunlara 1-2 haftaya kadar Bellamy ve Kuyt'ın da ekleneceğini düşünüyorum. Suarez de zaten sorun yok, Carroll'ı ise ayrı bir başlıkta tartışacağız.

* Bu maçın havası sebebiyle pek ortaya çıkmasa da defansta hala sorunumuz var. Özellikle Skrtel'li maçlarda. Skrtel takımın en zayıf halkası gibi şu an. Coates'in ya da Wilson'ın üzerinde durmakta fayda var. Futbolda iyi niyet çok konuşulur. Skrtel'in de iyi niyetli olduğuna inanıyorum ama ne yazık ki kapasitesi sınırlı, düşündüklerini yapamıyor çoğu zaman. Agger gelene kadar neyse ama sonra yedeğe çekilmeli ve stoper harici hiçbir mevkiide oynatılmamalı.

* Kadrodaki şişkinliğin giderilmesinin önemli olduğunu vurgulamıştık. Fakat gözden kaçan nokta Lucas'ın alternatifsizliği. Kadroya baktığımızda, Adam ve belki Spearing harici o bölgede oynayabilecek bir oyuncu yok. Lucas'ın da fizik gücü çok üst düzey değil ama her şeye rağmen, Spearing'e nazaran çok iyi durumda. Transfer için ilk olarak Lucas'ı yedekleyecek biri alınmalı. Geride kalan 7 maçta da iyi oynadı ama senede en azından 45 maç yapacağını düşündüğümüzde o bölgeyi en azından 1 kişiyle daha paylaşması gerekiyor.

* Gelelim Carroll'a...Evet gol attı, evet her geçen hafta üstüne koyuyor ama hiçbiri onun sahip olduğu özellikleri değiştirmiyor. Açık ve hızlı oynayan, ilk dakikadan itibaren rakibe baskı kurmaya çalışan, yerden oynayan, sürekli yer değiştiren bir takımın sahip olduğu hücum anlayışı ile Carroll'ın hücum anlayışı arasında büyük farklılıklar var. Yine de, biz yanılmış olalım, King Kenny haklı çıkmış olsun da Carroll alsın yürüsün.

* Gerrard dönünce her şey daha bir başka oldu sanki. Galibiyet sonrası edilmiş bir laf olarak alınmasın ama: Güzel günler yakında...

28 Eyl 2011

David Dunn


Abartmıyorum, Friedel da gittikten sonra şu takımın tek sempatik yüzü kaldı. O da Dunn. Zorlasak zorlasak bir de Givet çıkar. Onu da Salgado götürür zaten. Salgado deyince, Bale'e karşı falan top oynuyor adam, bu işe birilerinin müdahale etmesi gerekir. Salgado kimdir, necidir? Nasıl olur da hala top oynar? Madrid'in eski başkanlarından Lorenzo Sanz'ın damadıymış sanırım. Hadi Madrid'de torpille oynadı diyelim. 75 doğumlu bir gişe görevlisinin (rakibe göre sol kanat otoyolu görevlisi) temposuyla meşhur Premier League'de oynayabilmesi nasıl mümkün oluyor. Hayır torpil desen değil, belli. Başka bir kuvvet olmalı.

Neyse konuyu dağıtmayalım, Dunn'a dönelim. 1998'den beri Blackburn'de. Arada bir İskoçya (Hearts) ve Birmingham yapıp gelmiş. 2006-2007'den itibaren yeniden eski formasını giymiş. Abartısızdır. Koşar, işini yapar. Mücadeleden yılmaz. En çok parladığı sezon 2000-2001 sezonuydu sanırım, zamanın Goal Dergisi posterini vermişti. Belki de aynı dönem Tugay ve "Küçük" Hakan da Blackburn forması giydiği içindir kim bilir. Neyse, Dalglish dönemi sonrası Blackburn'ünün en sempatik figürlerinden birisidir Dunn, Tugay'ı saymazsak. Saygı duyulması gereken futbolcudur. British ekolü orta saha oyuncularının güçlü bir temsilcisidir.

24 Eyl 2011

EPL 6. Hafta Liverpool: 2 Wolves: 1


Geçen hafta Tottenham karşısında alınan ağır mağlubiyet bir takım sonuçlar çıkarılması açısından önemliydi. Kenny Dalglish umarım gerken sonuçları çıkarmıştır. Lakin biz şimdilik pek göremiyoruz, ki kendisi de haklı çıkabilir. Nitekim, Carroll-Suarez ikilisi ilk kez bu kadar uyumlu idiler. Anlaşılan, bu ikilide ısrar edecek Dalglish. Umarım, Carroll'ın artan uyumu takım açısından olumlu sonuçlar doğurur. Ben de Carrol hakkında söylediklerimi yutarım.

Maça dair gözlemlere gelirsek:

* Oyuna kontrolü ele alarak başladık. Çok geçmeden Adam'ın golü geldi. Top rakibe çarpıp girmiş olsa bile öncesindeki hareket Adam'ın klasını gösterir cinstendi. Çok güzel çekti ve vurdu. Dileriz her maç bu disiplinle oynasın. Zira Tottenham maçında erken demoralize olup gereksiz bir kırmızı kartla takımın erkenden çözülmesine ön ayak olmuştu.

* Orta alandaki yenilere bakacak olursak, en zayıf halka olarak Henderson göze çarpıyor. İlk maçtan itibaren üçü hakkında da olumlu şeyler yazıyorum. Hala umutluyum üçünden de. Adam ve Downing ritm tuttular denilebilir. Sırada Henderson var artık. Onu takıma kazandırmanın çeşitli yolları olabilir. Belki zaman zaman dinlendirilebilir hatta. Ama muhakkak faydasını arttıracak bir yol bulunmalı.

* Downing çok iyi çalıştı. Gol üretememesi ya da assist yapamaması büyük şanssızlıktı. Sol kanadın vazgeçilmezi oldu-olacak. Yapacaklarını merakla bekliyoruz.

* Suarez hakkında yazılacak fazla bir şey yok. Her hafta üstüne koyuyor. Ancak hırsını törpülemeyi öğrenebilmesi lazım. Biliyorum, kendine kızıyor ama bitime 10 dakika kala yerini Gerrard'a bırakıyorsun... Reaksiyon göstermemesi gerekirdi. Onun dışında süperdi. Tekrar kutluyoruz.

* Takım savunması geçen haftaya kadar pekiyiydi. Kelly'nin sakatlığı savunma yerleşimini bozmuştu. Skrtel önceleri sağ bekliği kotarsa da Tottenham karşısında çuvallamıştı. Kenny'nin bu maça dair en güzel hareketi Skrtel'e tekrar güvenmeyerek sağ beke Kelly'i koymuş olmasıydı. Kelly de sakatlıktan yeni çıktığı için fazla varlık gösteremedi. Yine de bariz bir hata yapmadı.

* Carroll'a çok küfür ettik ama toparlanmış gözüküyor. Son dakikadaki anlamsız hareketlerini saymazsak. En azından bir kaç pozisyonda Suarez'e duvar oldu ki ondan beklenen bundan fazlası değil (o astronomik parayı düşünmezsek).

* Meireles'i kaybedince yedek kulübesi epey güç kaybetti aslında. Şimdi o bölgede Gerrard'ı saymazsak, Spearing ve Maxi Rodrigez var ilk olarak. İkisi de yeterli değil. Bu açıdan, Gerrard'ın yeniden merkezde yer alması önemli. Böylece, Henderson ve Adam'dan biri de dinlenebilecektir.

* Geçen haftaki temennimizi yineleyelim. Hücumdaki direncin ve çeşitliliğin artması adına Kuyt ve Bellamy daha fazla süre almalı.




Not: Kuyt'ın yerine Carroll 11'de başladı.

20 Eyl 2011

Yann Martel - Beatrice & Virgil


“Kızınız öldü ölecek. Eğer kafasına basarsanız, biraz yükselip hava alabileceğiniz bir konuma gelebilirsiniz. Kızınızın kafasına basar mısınız?”

Yann Martel’i Pi’nin Yaşamı (Life of Pi) adlı eseriyle tanıdım. O roman sanırım 2002 Man Booker ödülünü kazanmıştı. Kurgu konusunda başarılı bir yazar Martel. Özel bir tarz olarak hemen her romanını hayvanlar üstüne kuruyor. Pi’nin Yaşamı’nda da, Beatrice & Virgil’de de hayvanları anlatırken verdiği ansiklopedik kıvamdaki bilgiler veya fiziksel özelliklerini vurgularken kullandığı tasvirler çok ilgi çekici. Sırf bu yüzden okunabilir Martel.

Beatrice & Virgil’e dönersek, kitap tüm dünyada 2010’un Nisan’ında çıkmış. Türkiye’ye 2011 yılında İnkılap Yayınevi’nin yan kuruluşu konumundaki Sayfa6 tarafından basılmış. Pi’nin Yaşamı’ı da İnkılap tarafından basılmıştı. Bundan sonraki Yann Martel romanlarını da muhakkak İnkılap-Sayfa6 işbirliği ile okuyacağız demektir.

Beatrice & Virgil aslında çok bildik bir konuyu anlatıyor. Holokost. Yani Yahudi Soykırımı. Ama kitapta Yahudi yok, Nazi yok. Bir tarafı kurmaca bir tarafı deneme olan ancak omurgası Holokost üzerine kurulu bir ikiz kitap projesi başarısızlığa uğramış olan bir yazar ve bir tahnit ustası var. Tahnit eski bir kelime. Genel anlamda ölüyü sergilemek üzere mumyalamak gibi br işi anlatıyor. Buradaki tahnit ustası çeşit çeşit hayvanın içini doldurmakla meşhur. Henüz başarısızlığa uğramış yazar Henry’e yazdığı oyundan parçaları gönderip Henry’i gizemine çekmeye başlıyor. Tahnitçinin oyununda bir maymun(Virgil) ve bir eşek(Beatrice) var. Henry okuduğu ilk andan itibaren Beatrice ve Virgil’e kendini kaptırıyor ya, yine de son ana kadar onların imlediği şeyi göremiyor.

Holokosta, Dante’nin “İlahi Komedya”sı, Orwell’in “Hayvan Çiftliği” ve Flaubert’in “Konuksever Aziz Julian Söylencesi” gibi eserleri referans alarak bakan ilginç bir roman. Çok başarılı değil ama çok ilginç.