Yılmaz Güney'in ölümünün 25. yılı...Bu anlamda en iyi çalışmayı,daha doğrusu-benim izleyebildiğim kadarıyla- tek çalışmayı Milliyet Sanat yapmış.Eylül sayısını Yılmaz Güney'e ayırmışlar ve alışılageldik üzere "mit" Yılmaz Güney'den ya da yerin dibine batırılan,sanatsal kaygılar üzerinden "bayağı","lümpen" bulunan Yılmaz Güney'den uzak durmuşlar.Sanatçı,daha çok yönetmen Yılmaz Güney'i anlatmaya,okumaya çalışmışlar.Öyle ya Türkiye'nin sinema tarihinde Cannes'dan "en iyi film ödülü"yle dönebilen bir yönetmen daha yok.Hatta,uluslararası ölçütler göz önüne alındığında yeni dönem sinemasından Nuri Bilge'yi saymazsak yanına yaklaşabilen dahi yok.Tabii,sinematografik değerlendirmenin bu ölçütlere göre yapılmayacağını biliyoruz.Fakat yine de sinemamızın gördüğü en büyük ödülü alan bir yönetmenin yönetmenliği hakkında bu kadar az yazılıp çizilmesi çok büyük bir eksikliktir.Böyle önemli eksiklikler söz konusuyken başlı başına bir Yılmaz Güney dosyası hazırlayan Milliyet Sanat ekibi önemli bir iş yapmıştır.
Cüneyt Cebenoyan yazmış,onun sinemasının etkileri hala günümüz yönetmenlerinde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde önümüze çıkar.Onu örnek alan da vardır,aldığı ödülleri ona ithaf eden de,ondan nemalanan da...Ama hepsinin ötesinde bir Yılmaz Güney gerçeği vardır Türk sinemasında.Klişelerle de olsa tabulara yüklenir,günlük hayatta ne sorun varsa kamerasındadır.Ahlak'a ekmeğin gölgesinde bakar,töre cinayetlerine feodal düzenin arkasından...Anlatacaklarını doğrudan,en kestirmeden göstermesi çoğu zaman yavan bulunacaktır ama bu onun hayal gücünün yetersizliğinden değil,dünyaya bakışının dikliğindendir.Ekmekten başka,çaresizlikten başka,onurdan,yoksulluktan başka hiç bir şeye değinmemiştir sinemasında.Gerçeklikse gerçeklik,aşksa aşk...Zaten onu tüm üçüncü dünya ülkelerinin "Kral"ı olmasının sebebi de budur.Ellerinden alınan onurları,ellerinden alınan ekmekleri...Bunların peşindedir Yılmaz Güney.Durmadan bunları anlatır sinemasında.
Henüz öğrendiğim bir bilgi:O meşhur "Babil","Paramparça Aşklar,Köpekler " gibi günümüz klasiklerinin yönetmeni Meksikalı Alejandro Gonzalez Inarritu "Yol"u seyrettikten sonra film çekmeye karar vermiş."Yol"daki çok karakterli,hikayelerin bir birinin içine girdiği,belli noktalarda kesiştiği film türünü kendine örnek almış,filmlerinde ondan beslenmiş.Yani,şu an nefesimizi tutarak izlediğimiz,şahsen çokta beğendiğim Inarritu filmlerinin temelinde Yılmaz Güney'in yatıyor olması Türk sinemasının ne derece önemli bir sinemacısını kaybettiğinin göstergesidir.Onun tarzı belki de Mexico City varoşlarında köşeyi dönmek için köpeğini dövüştüren,en büyük hayali aşık olduğu kadınla birlikte kaçmak olan delikanlının silüetindedir.Ya da Inarritu'nun sinemasında bile yeterince basmakalıp duran ünlü bir mankenin,bir burjuvanın yaşadığı dramın çıplaklığında.
Mesele onun sinemasının da bir dili olduğunu kabullenebilmekte.Bugün Mahsun Kırmızıgül'ün Güneşi Gördüm'ü kati surette hiç bir politik tavır almaksızın,bu konuda devlet olsun diğer bir takım güçler olsun,resmi,gayri resmi öğretilenlerin,anlatılanların,ninni gibi tekrar edilen kardeşlik masallarının dışında hiç bir şey söylemezken yabancı dilde en iyi film dalında Oscar adayı olabiliyorsa,onun bir şeyler söyleme,üstelik insanlık için kutsal sayılabilecek nesneler,duygular hakkında bir şeyler anlatma telaşının perdeye yansımasına kimsenin edebilecek tek bir sözü olmamalıdır.Tüm zorlukları tek tek damıtarak bir dil oluşturmuştur kendine Güney.Kesinlikle "mit" değil.Eserleri göklere çıkartılamaz ama kendi yolunu oluşturabilmiş harikulade bir sinema adamıdır ve yaşadığı tüm zorluklara rağmen ısrarla film çekmesi tüm efsanelerde yer alabilecek kadar destansı bir direnişin öyküsü gibidir.
Yılmaz Güney'i referans alan, atıfta bulunan büyük yönetmenlerin ismini yanyana eklesek 3. Köprü olur. Engin Ardıç gibi denyolar bunu bilmezler mi, bilirler tabi. Ama sol figürlere saldırmak para ettiği için Cannes'daki ödülün politik nedenlerle verildiğini utanmadan yazarlar.
YanıtlaSilYazı ve değerlendirmelerin için eline sağlık kardeşim...