8 Nis 2010

Şampiyonlar Ligi'nin Öğrettiği...


Şampiyonlar Ligi'nde son bir kaç haftadır izlediğimiz futbol sayesinde, pek Süper Ligimiz'de oynanan, daha doğrusu oynanmaya çalışılan, 90 dakikanın sonunda bırakın Almanları, neredeyse ilahi bir performans sergileyen, buna karşın doğası gereği yenmek-yenilmek nedir bilmeyen "kas"ların ya da özünde iyi mücadele edenin kazanmasıyla ya da maçın centilmence geçmesi dileğiyle hiç bir ilgisi olmayan, yalnızca kazanmayı isteyen "ruh"ların dahi kazanamadığı top oyununun(adına futbol denirse!), aslında hakettiğimiz oyun felsefesi olduğunu bir kez daha gördük. Öyle ya, her türlü toplumsal, siyasal olayda kaostan beslenen bir ülkenin futbolcularının da doğabilecek her türlü kaostan medet ummasından daha doğal bir şey olamaz herhalde. Yoksa henüz geçtiğimiz Pazartesi tanık olduğumuz, Barış Özbek'in "kasti" tekmesinin kaos yaratma isteğinden başka bir açıklaması olabilir mi? Sorun kuşkusuz toptan bir zihniyet sorunudur.Peki Vassel'inden Sapara'sına, Tigana'sından Del Bosque'sine onca "profesyonel"in görev yaptığı ülkemizde söz konusu zihniyet devriminin gerçekleşmemesini nasıl yorumlayabiliriz? Oysa ülkemizin genel tercihidir, "tepeden inmeci" modernleşme. Pekala futbolda zihniyet değişimi de bu sayede gerçekleşebilirdi. Ama her zaman öyle kolay olmuyor tabii. Eleştirdiğimiz Cumhuriyet modernleşmesinin bile köklerinin Tanzimat'a kadar uzandığını biliyoruz. Öyleyse,Gökçek familyasının, "tepeden inmeci", Lemerre'li, Geremi'li, Vassel'li girişimleri ya da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin taratftarsız bir kulüp yaratıp , ülkeyi Avrupa'da temsil etme noktasına kadar getirme amaçları ne yazık ki nafiledir.

Amacım "beylik" laflar etmek değil. Ancak tek işi futbol oynamak olan, profesyonel bir futbolcunun sözleşme imzaladığı kulübü 24 saat geçmeden terk ettiği bir ülkeden bahsediyoruz.Dolayısıyla, takımının, top salt kendi takımındayken değil karşı takımın ayağına geçtiğinde de nasıl pozisyon alacağına kafa yoran futbol adamlarının karşı karşıya geldiği arenalardaki randevular, biz izleyicilerin sözü geçen icra edicileri sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi görmemize sebep oluyor. Oyuncularının eğitiminde bilgisayardan yani istatistiki verilerden faydalanan bir teknik adamı, öteki "golü bilgisayarlar değil,futbolcular atar" diyerek küçümsemeye çalışıyor. Üstelik bu söylediğine inanıyor da. Şampiyonlar Ligi'nin öğrettiklerinin önemi de burada ortaya çıkıyor : salt oyun oynama niyetinin ötesinde, oynadığı oyuna bir isim vermek, onu biçimlendirmek, zaman içinde kendi tarzını oluşturmak gibi sanatsal kaygılar öne çıkıyor. Hangi işi yaparsanız yapın, yaptığınız işi güzel kılan da budur zaten. Ona kendinizden bir şeyler katabilmek ,ona şekil vermek, gerektiğinde üzerine imzanızı atabilmek...Hepsinin dışında, tek isteğim, ülkemin futbolunda da bir kanat akınını bir yanılsamayı izlercesine büyüyle, ardındaki gizemi çözmeye çalışarak izleyebilmektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder